Malazgirt Zaferi'nin Yıldönümü

Malazgirt Zaferi'nin Yıldönümü

T.C. Muş Valiliği  

Malazgirt Savaşı

  MALAZGİRT SAVAŞI ÖNCESİ SELÇUKLU VE BİZANS'IN ANADOLU  POLİTİKASI
Abdülkadir  YUVALI 
Tarih boyunca birçok  zaferler kazanmışlarsa da Anadolu'da yaşamak ve yurt tutmak için kazanı­lan  iki büyük zafer, bunların en önemlisi olmalıdır. Birincisi Anadolu'yu  Türk Vatanı haline getirmek için 26 Ağustos 1071 tarihinde kazanmış olduğu­muz  Malazgirt meydan savaşı, diğeri de Anadolu'yu düşman işgalinden  kurtaran 26 Ağustos 1922 tarihli Başkumandanlık meydan muharebesidir.   Malazgirt savaşının bir diğer  Özelliği de, M.Ö. IV. Yüzyıldan beri Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları  üzerinde hüküm süren eski çağın en büyük imparatorluğu Roma'nın  doğudaki mirasçısı Bi­zans'ın genç Selçuklu devleti karşısında bir  gün içerisinde perişan olması, başta imparator olmak üzere  maiyetinde bulunanlardan hemen birçoğu­nun esir edilmesi  hadisesidir. Bu durumun daha iyi aydınlığa  kavuşturulabilmesi için her iki devletin yani Bizans ve  Selçuklular'ın savaştan önceki askerî, siyasî ve kısmen sosyal durumlarını bilmek­te fayda vardır. Bizans İmparatorluğu'nun askeri ve siyasi durumu, yarımda Anadolu'nun Jeopolitik yapısı da savaşın neticesi ve doğurduğu sonuçlar üzerinde etkili olmuştur. Çünkü 3000 yıl Müslüman Araplara karşı başarı ile savunduğu Anado­lu'yu,  Türkler karşısında savunamamıştır. Ayrıca bu hadisenin Millî tarihimiz yönünden bir diğer önemi de, Türk millî bünyesinde meydana getirmiş olduğu değişmedir. Çünkü atlı-göçebe kültürden  yerleşik şehir kültürüne geçişimiz de bu savaş ile yakından ilgili olmalıdır.
Bizans imparatorluğu’nun tarihi içerisinde  "İkinci Altın Devri" olarak adlandırılan Makedon­ya  hanedanı, X. Yüzyılda Bizans'ı çağın birinci sınıf devleti  haline getirmiştir. Bu dönemde Müslümanların Anadolu akınları  durdurulmuş, Bizans zaman zaman İslâm dünyasını tehdit  etmiş ve Kuzey Suriye el değiştirmiştir. Aynı şekilde Balkanlar  ve İtalya'da Bizans üstünlüğünü sür­dürmüştür. Ancak XI. yüzyıla  girildiği sırada bu parlak dönem gerilerde kalacak, içte ise  devletin idaresi garip İmparatorlar, İmparatoriçelerle evle­nen  ordu kumandanlarının elinde kalmıştı. Kısa aralıklarla el değiştiren  yönetim merkezi otoritenin zayıflamasında önemli bir faktör  olmuştur. Bizans'ın parlak dönemi Makedonya hanedanının ünlü  imparatoru II. Bazil'in 1025 yılında ölümü ile kapanacaktır. Bazil  döneminde devlet, askerî ve malî yönden güçlü olması yanında  tecrübeli kumandan ve devlet adamları sayesinde içte ve dışta sürekli  başarılar kazanmıştır. Güney İtalya’dan Kafkas dağlarına ve  oradan Filistin'e kadar uzanan topraklar üzerinde huzur ve asayiş  sağlan­mış, Bizans çağın bir numaralı devleti haline gelmişti.  Fakat II. Bazil'in 1025 yılında varis bırakmadan ölümünden sonra yerine geçen  kardeşi 8. Konstantin tahtta kaldığı üç yıl  içersinde II. Bazil'in kurmuş olduğu  sistemi alt üst etmiş, 1028 yılında da  erkek varis bırakmadan öldüğünde devletin  yönetimi kızları Zoe ve Thedore'nin elinde kalmıştır. Bundan sonraki dönemde ise, bu impa­ratoriçelerle evlenmiş  olan Bizans kumandan ve asilzadeleri devleti İmparatoriçeler adına yönet­mişlerdir. İç politikadaki bu değişme, kısa zaman­da dış politikaya da yansımış olmalı ki, Karadeniz sahillerine yapılan Rus akınları Balkanlardaki Peçenek  akınları, Ege denizindeki Arap korsanları­nın  baskınları birbirlerini takip etmiştir. Denilebi­lir ki, Bulgaristan ve Sırbistan'daki isyanlar ve doğudaki topraklan tehdit eden Türk Akınlarına karşı alınan tedbirler yetersiz kalmış, böylece Bizans içte ve dışta başarısız olduğu bir döneme girmiştir. Eğlence düşkünü olan ve kısa süre görevde kalan imparator ve imparatoriçelerin israflarıyla hazine boşalmış, ücretli askerlerden oluşan ordu ihmal edilmiştir. 1048 yılında  Reisleri Gegenis'in idaresinde Balkanlara giren Peçenekler durdurulmamış yapılan antlaşma ile Peçeneklerin Balkanlarda yerleşmelerine ve Bizans ordusunda ücretli asker olarak kabul edilmelerine Bizans razı  olmuştur. Bu dönemde Bizans ordusunda  ücretli asker olmak cazip bir iş  olmalı ki, Peçenekler bu hususu bir  antlaşma maddesi olarak Bizans'a kabul  ettirmişlerdir. Aynı tarihlerde Doğuda Türk akınları yoğunlaşmış, İbrahim YINAL  idaresinde­ki Türk Kuvvetleri Anadolu  sınırlarını zorlamış ve bu cephede meşhur Hasan kale savaşım kazanmış­lardır. Diğer yandan, yine bu tarihlerde Bizarısın  İtalya'daki toprakları Normanlar tarafından istila edilmiş ve papalık yani Katolik kilisesi ile Bizans  Ortodoks kilisesi arasında süre gelen  anlaşmazlık devam etmiştir.
1067 yılında ölen imparator X. Konstantinden  sonra  vasiyeti üzerine karısı evlenmemiş ve yaşları küçük  olan oğullarına niyabet etmiştir. Fakat İmparatoriçe ancak, yedi ay görevi sürdürebilmiş­tir. İç politikada da hata üzerine hata işlemiş, sonunda Patrik Johannes X. İpehilin'in de tavsiyesi  üzerine Kapadokya'nın ünlü kumandanı R. Diogenes ile evlenmiştir. Daha önce imparator olmak için isyan teşebbüsünde bulunmuş olan R. Diogenes bu defa evlilik yoluyla tahta geçmiştir. Ancak, yeni  imparatoru bekleyen birçok meseleler vardı; iç isyanlar,  sınırlarda ortaya çıkan  yeni düşmanlar, ücretleri ödenmediği  için kendi topraklarını yağ­malayan  bir ordu vs. Norman neşeili ünlü kuman­dan  Krispin, kendisine bağlı Ücretli askerlerin ücretleri ödenmediği için,  devlet  hazinesine el koymuş, geçtiği yerleri  yağmalayarak ordusunun iaşesini temin  etmiştir. Diğer yandan yönetimi kocasına  bırakmak istemeyen imparatoriçe Eudo-xia  ile arası açılan imparator Romenos Diogenes iki aylık bir evlilikten sonra İstanbul'u terk ederek, Anadolu'ya geçer ve Selçuklulara  karşı savaş hazırlığına başlar. Bu  sırada Bizans ile Macarlar'ın arası  açılmıştır, Kumanlar'ın tazyiki ile daha batıdaki topraklara çekilen Oğuzlar, Balkanlar'a kadar çekilmişler ve daha önce buraya gelmiş olan  Peçenekler'i yerlerinden oynatarak,  1065 yılında Tuna nehrini geçerek,  Bizans ordusunu mağlup etmişlerdir. Bu  mücadele sırasında daha sonra İmparator  olacak oh?- Nikephoros Botaneiates'i de esir almışlardır. İlerlemesine  devam eden Oğuzlar, Selanik'e kadar  ilerlemişlerse de bu sırada Oğuzlar arasında  ortaya çıkan veba hastalığı onları daha fazla ilerlemesine engel olmuştur ki,  bu olay Bizans'ın imdadına yetişmiş  olmalarıdır. Çünkü Oğuzların büyük  bir bölümü bu hastalıktan dolayı hayatlarım  kaybetmişler, kalanlardan bir kısmı geri  dönmüş orada kalanlar da Peçenekler arasında eriyip gitmişlerdir. Böylece Bizans Balkanlar’daki bir tehlikeden daha kurtulmuş oldu. Bizans, XI. Yüzyılından itibaren doğudan Selçukluların sevk ve idaresi altındaki Türkler tarafından, batıdan  da Peçenek, Kuman Oğuz Türkleri tarafın­dan  sürekli tazyik alındı tutulmuştur.
Malazgirt Savaşı öncesinde Bizans'ın  Anadolu politikası yerli kaynaklar tarafından da ağır bir dille  tenkil edilmektedir. Çünkü Bizans mezhep bakımından farklı olan  Şark Hıristiyanlarını Ortodoks mezhebine kazanabilmek için ordular  sevk etmiş, böylece Ortodoks olmayan diğer Hıristiyan unsurlar  Bizans'a karşı cephe almışlardır. Öyle ki Şark Hıristiyanları  arasında "Rum Ortodoks" düşmanlığı ortak bir inanç  haline gelmişti. Türk akınları arefesinde Bizans'ın Şark Hıristiyanlarına  karşı politikası Anadolu'nun Türklerce fethinin kolaylaştırılmış,  yerli halk, zaman zaman Türklere yardımcı olmuştur. Çünkü Türklerin  yönetimi altında bulunan insanların din ve inançlarının serbestçe  sürdürdüklerini biliyorlardı. Nitekim çağdaş tarihçi Urfalı Mateos'un Bizans için  kullan­mış olduğu ifade görüşümüzü  doğrulamaktadır. "İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti,  milletimizi tahrip edip, Türkler'in istilasını kolaylaştırdılar" demektedir. Şark Hıristiyanlarının  Bizans'a karşı tutum ve davranışlarını  Süryani da şöyle ifade etmektedir.  "Bu devirde Rumlar bizim Milletimize zulüm yapıyorlardı. Çıkardıkları bir  emirname ile batıl mezheplerini bizi kabul etmeğe zorluyorlar, bizi ezmeğe uğraşıyorlardı. İstanbul Ortodoks Patriği kiliselerde bulunan mukaddes kitapları yeni Ortodokslukla ilgili olmayan, Süryani din kitaplarını yaktırdı. Bu kayıtlar,  Malazgirt savaşı arefesinde Bizans İmparatorluğu'nun Ana­dolu'daki Rum ve Ortodoks olmayan unsurlara karşı  politikasını göstermesi yanında,    Anadolu'nun Türkler tarafından  fethini ve yurt tutulmasını kolaylaştıran  sebepler olması bakımında da önem­lidir.
Şark Hıristiyanları ile Bizans  arasındaki müca­deleyi gösteren bu kayıtları, Anadolu  akınlarına katılan Türkmen beylerinin Selçuklu Sultanlarına faaliyetleri  hakkında sunmuş oldukları raporlarda ki bilgiler de  doğrulamaktadır. Daha Selçuklu devleti kurulmadan önce Çağrı Bey 1018  yılında Gazneliler tarafından sıkıştırıldığı zaman 3000 kişilik  bir süvari birliğinin başında ilk defa bugünkü sınırlarımızı  aşarak Anadolu’ya girmiştir. Azerbaycan ve Doğu Anadolu  şehirlerine karşı akınlarda bulunduktan sonra, o sırada Buhara yöresinde  bulunan kardeşi Tuğrul Bey'in yanına döner, Çağrı Bey'in bu yolculuğu, bir  bakıma macerası hakkında kardeşine vermiş olduğu bilgi­ler  arasındaki şu kayıt dikkatimizi çekmektedir. "Bu ülkede  (Anadolu'da) bize karşı koyabilecek bir kuvvete rastlanmadığı o  sırada Anadolu’daki Bi­zans yönetiminin içerisinde bulunduğu durum ifade  etmesi bakımından önemlidir. Bu konuda bir diğer kayıt Malazgirt  Savaşı Öncesinde Anadolu ya akınlar yapmış olan ünlü Türkmen Bey'i Bekçioğlu Afşin  ile Selçuklu Şehzadelerinden Kutal'mış Anadolu akınlarının neticeleri hakkında  Sultan Alparslan'a sunmuş oldukları raporlardır. Bu raporlardaki  bilgilerde tıpkı yerli Hıristiyan tarih­çilerin görüşleri doğrultusundadır.  Türkmen beyleri'nde Bizanslılar için "Bizanslılar, savaş kabili­yetinden  mahrum, kadınlaşmış, insanlar" ifadesini kullanmaktadırlar.
Selçuklu Devletinin sevk  ve idaresinde veya mustafil olarak Anadolu’ya yapılmış olan Türk akınlarını Selçuklu  Devletinin Batı politikası içeri­sinde ele  alıyoruz. Adı geçen devletin Batı politikasındaki  iki önemli ağırlık merkezi vardır. Bunlardan birincisi Anadolu ve  dolayısıyla Bizans, ikincisi de Mısır Fatımi  Devleti idi. Malazgirt Savaşı öncesinde Anadolu'ya yapılan Türk akınları  Selçuklu devletinin savaş öncesi siyasi ve  İdari yapısı içerisinde ele  alınmalıdır. Müslüman Arap­ların yeni Emevi ve Abbasilerin üç yüz yıl süren mücadele ile ulaşmadıkları sonuca Selçukluların bir günlük savaşla ulaşması Anadolu’ya yapılan Türk akınlarının mahiyeti Anadolu’nun jeopolitik  yapısı ve Bizans’ın o sıradaki durumu ile yakından ilgilidir. İslam ordularının İspanya ve Türkistan gibi hilafet merkezine oldukça uzak yörelerde başarılar kazanıp ülkelere fethettikleri halde Anadolu da başarı gösterememiş olmaları yukarıda zikrettiğimiz sebeplerle izah edilebilir. Bizans İmparatorluğu 8.9. ve 10. yüzyıllarda tarihinin en  güçlü dönemlerinden birini yaşadığı gibi jeopolitik bakımından da Türk akınları ile Arap akınları farklı yönlerden gelmiştir. Emevi ve Abbasi akınları Güney ve Güneydoğudan Türk akınları ise Doğudan yapılmıştır. Anadolu’nun jeopolitik yapı­sı incelendiği zaman Tarsus’tan başlayıp Erzurum'a kadar uzanan Toros, Munzur, Karasu ve Aras dağlarının Güneydoğu yönünde orta Anadolu ya geçit vermedikleri görülmektedir. Bu sıra dağlar üzerinde bulunan Mahdut sayıdaki geçitler ise sağlam birer savunma merkezleri vazifesini görür.
Bu geçitler Bizans ile Müslümanlar  arasında sınır kapılan vazifesini görmüştür. Zaman zaman bu  kapıları aşıp Orta Anadolu’ya giren İslam orduları karadan veya  denizden gerilere çıkarma yapan Bizans kuvvetlerini kıskacına düşerek bü­yük kayıplar vermek  suretiyle geri çekilmişler veya geçici başarılar  elde etmişlerdir. Başarısızlığın bir diğer  sebebi de hareket üsleri olan Kuzey Suriye ve Elcazire'den uzaklaşmış olmalarıdır. Yaklaşık 300 sene devam eden İslam akınları Battal Gazi destan'ı gibi büyük bir halk destanına malzeme  teşkil etmiştir. X. yüzyılda Bizans'ın karşı hare­ket sonucu İslam  kuvvetleri gerilemişler ve böylece Anadolu'da  Bizans hâkimiyeti yeniden tesis edil­miştir.
Bizans karşısında gerileyen İslam  dünyasının kuruculuğunu üstlenecek olan Selçuklu devleti 1040  Dandenakan savaşının Gazneli devletine karşı kazınılmasından  sonra kurulmuştur. Daha kuruluşundan itibaren bu devleti meşgul eden meselelerin  başında "Türkmenler Meselesi" gel­mektedir. Sirderya ötesinden  dalgalar halinde Horasan ve Maveraünnehir yöresine gelen adlı göçebe Türkmen  unsurları Selçuklu devletinin bir iç meselesi olmuştur. Çünkü  bahsi geçen toprakla­rın halkı umumiyetle yerleşik hayat tarzını  benim­semiş olduğu halde buralara sonradan gelen Türkmenler  ise, "Adlı göçebe" hayat tarzının sürdürmüşlerdir. İki  farklı hayat tarzına sahip unsurlar arasındaki mücadele devletin  yıkılmasına kadar sürecektir. Denilebilir ki, Selçuklu devletini kuran  "Adlı-Göçebe" Türkmenler devletin yıkıl­masında  da önemli Ölçüde rol oynamışlardır. Selçuklu yöneticileri  Türkmenler meselesine çözüm yolları aramışlarsa da kalıcı olmamış  sadece başarılarında bululan irsi beyleriyle birlikte daha  batıdaki topraklara göndermişlerdir. Anadolu’ya yönelik bu Türkmen  akınları sırasında Azerbaycan önemli bir askeri üst vazifesi  görmüştür. Çünkü Bizans ordusunun karşı koyması halinde, Türk­menler  Azerbaycan'a çekiliyorlardı. Selçuklu dev­letinin kuruluşuna kadar Anadolu’ya  yapılan Türk akınlarının ortak özelliği bu olmuştur. Bu durum  1040–1071 yılları arasından da zaman zaman aynı şekilde olmuş ise  de Önemli ölçüde farklılıklar göstermektedir. Bu dönemde Türkler Anadolu  da kalıcı değil Bizans'ın müstahkem mevkilerinin yıpratıcı  akınlar yapmışlardır. Anadolu gazaları irsi Türkmen beylerinin yönetiminde  olmakla beraber çoğunlukla Selçuklu devletinin sevk ve idaresinde  idi. Ayrıca bu dönemde zaman zaman Selçuklu Sultanlarının da  katıldığı akınlar olmuş­tur. Bu akınlar sayesinde Bizans'ın mukavemeti  kırılıyor. Türkmenler içinde yeni yurtlar temin ediliyordu.  Selçuklu devletinin Türkmenler mesele­sine bulduğu: en isabetli  çözümde bu olması gerekir. Çünkü devlet bir yandan yönetimi  altında­ki halkın hukukunu korumak diğer yandan da bizzat  mensubu bulundukları Türkmenlerinin hak­kını gözetmek  mecburiyetinde idi. Buna en kısa ve en iyi çözüm Türkmenleri  daha Batıdaki yeni Azerbaycan’a ve Anadolu’daki topraklara  gönder­mekti. Böylece bir yandan devlet içerisindeki göçebe yerleşik unsuru  çekişmesine çözüm bulmuş­lar. Diğer yandan da  Anadolu akınlarını sürdür­müşlerdir.  Daha 1047 yılında İbrahim YINAL Nısabur'da  iken yurt bulma konusunda şikâyet eden  Türkmenler "memleketim sizin oturmanıza imkân verecek kadar geniş  değildir. Bu sebeple doğrusu şudur ki  Allah yolunda cihat ediniz ve ganimet  alınız. Bende arkanızdan gelip size yardım edeceğim" diye cevap vermiştir. Gerçekten de bir yıl sonra Anadolu’ya giren İbrahim YINAL Bizans kuvvetlerine karşı 1048 yılında meşhur Hasankale savaşını kazanmıştır. Bu savaşın kazanılmasından sonra Türk kuvvetleri Trabzon'a kadar ilerleyecek­lerdir.   Türk akınları sırasında  uzun bir dönem Azer­baycan askeri bakımdan önemli rol oynamıştır. Gerek  Selçukluların sevk ve idaresinde ve gerekse müstakil hareket eden irsi  Türkmen beyleri Malazgirt savaşına kadar Azerbaycan'ı ve Ahlât’ı  hareketleri için üs olarak kullanmışlardır. Nitekim El-Hüseyin'deki  kayıtlara göre Sultan Alparslan 1064 yılında Azerbaycan'a girdiği za­man  irsi Türkmen beylerinden Tuğ-Tekin ile karşılaştı. Sultana  Anadolu hakkında bilgiler veren Tuğ-Tekin sultan ile birlikte Anadolu seferine  katılmıştır. Bizzat sultanların katıldığı bu seferler sonunda Türkler orta Anadolu’ya  kadar ilerlemişlerdir. 1067 yılında Kızılırmak vadisini takiben  Kayseri'ye kadar ilerleyen Türk akıncıları bu şehri ele  geçirmişlerdir. 1068 yılında sultan Alparslan'a isyan  ettikten sonra korkusundan Bizans'a sığınmak isteyen Selçuklu  kumandanı ve sultanın eniştesi Erbasgan'ın yakalamak için Ahlât’tan  hareket eden Bekçi oğlu Afşin Anadolu’yu bir baştan öbür başa  kat ederek, Denizli yakınlarına kadar uzanır. Oradan Ege denizi  sahillerini takiben, Marmara denizi kıyısında Bizans imparatoru  ile kaçak Türkmen beyi hakkında konuşur bu konuşma bir çeşit  pazarlık ve imparatoru, kaçak Türkmen beyini geri vermesi hususunda  tehdit şeklindedir. Daha sonra emrin­deki süvari birliğinin  başında ve hiç bir engelle karşılaşmadan Ahlât’a dönmüştür.  Afşin beyin bu yolculuğu Bizans'ın Anadolu’daki askeri ve  idari durumunu göstermesi bakımından önemlidir. Bü­tün  bu başarılara rağmen, Malazgirt öncesi Türk­ler Anadolu da yerleşecek  ve yurt tutacak kadar güçlenmemişlerdir. Binansın karşı harekâtı  yerleşme ve yurt tutmaya engel oluyordu. Vur-kaç taktiği  ile hareket eden Türkler, doğu-Batı, Kuzey-Güney yönlerinde Anadolu’yu katletmelerine  rağmen henüz Anadolu’daki müstahkem  mevkileri ele geçirememişlerdi.  Buralardaki Bizans varlığı önemli bir tehdit unsuru olmuştur. Bu yüzden  Malazgirt öncesinde Bizans ordusunun karşı harekâtı söz konusu olduğu zaman, Türk akıncıları Ahlât ve Azerbaycan'a çekiliyorlardı. Ancak her  geçen gün Bizans’ın aleyhine olduğu için, karşı harekât anında Türk kuvvetleri artık Anadolu şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle Bizans  tehlikesini atlatabiliyorlardı. Nitekim  R. Diogenes' in Malazgirt öncesinde gerek bizzat kendisinin ve gerekse kumandanlarının yönetimindeki Bizans ordusu 3 yıl boyunca Anadolu’da Türklerle müca­dele etmişlerdir. Bu esnada Türk kuvvetleri Ahlât ve  Azerbaycan’daki üslerine çekilme yerine Anado­lu  şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle tehlikeyi bertaraf etmişlerdir.   Anadolu’da çekişme  sürerken, Selçuklu sultanı Alparslan devletin batı politikasında  ikinci ağırlık noktası olarak kabul ettiği Mısır (Fatımi) meselesini halletmek  üzere yola çıktığı görülecek­tir. Bu  maksatla Sultan, Van Gölünün kuzeyinden  geçerek, Erciş ve daha sonra da Malazgirt kalelerini almış, daha sonra Ergani  ve Siverek'i aldıktan sonra Urfa  kalesini kuşatmıştır. Ancak, kuşatma  uzamış, Sultan şehir valisi Vasil’in şiddetli  savunması karşısında daha fazla zaman kaybetmemek  için kuşatmayı kaldırarak, Mısır yolculuğuna  devam etmiştir. Selçuklu ordusu Halep  şehrine geldiği zaman, şehir hâkimi Mirdasoğlu Mahmut bağlılığını bildirdiği için zaman kaybedilmeden yola devam edilmiş, fakat ordu henüz bir günlük yol kat etmiş iken, R.Diogenes'in  elçisi Sultan'a yetişmiştir.  İmparatorun isteği, Erciş, Ahlât ve  Malazgirt kalelerinin Bizans'a geri verilmesi,  Türk akıncılarının Anadolu'dan çıkartıl­ması idi. Bu durum karşısında Mısır seferinden vazgeçen Sultan Alparslan tekrar geldiği yoldan hareketle Diyarbakır'a ve oradan da Silvan'a geldiği zaman R.Diogenes'in Malazgirt kalesini ele  geçirmiş olduğunu öğrendi. Sultan, Bitlis üzerinden harekât üs'sü olarak Ahlât’a ulaşmıştır. 
İmparator, büyük  masraflar yaparak hazırlamış olduğu ücretli ordusuna güvenerek harekât planını  hazırlamıştı. Bu plana göre: böyle bir ordu ile Türkler, değil  Anadolu'dan, ağırlık merkezleri olan Azerbaycan'dan da atılabilirlerdi. Bu  maksat­la Anadolu’da  zaman kaybetmemek için doğrudan Azerbaycan üzerine yürüyüş karan  almıştı. Onun bu kararına ordusunda bulunan tecrübeli kumandanlar  karşı çıkmış ise de onların görüşüne itibar etmeyen İmparator tecrübesiz,  dalkavuk kumandanlarının görüşünü benimsemiştir. Diğer  yandan Ahlât’tan hareket eden Sultan Alparslan, Ahlât-Malazgirt  yolunu takiben Malazgirt yakınındaki Rahve ovasına karargâhını  kurmuştu. Savaş öncesinde son defa olarak imparatora barış için  bir elçilik heyeti göndermiştir. İmparator bu davranışı sultanın  korkmuş olmasına bağlayarak barış teklifini reddetmiş, sultanın elçisine,  savaşın galibi kumandan edasıyla sorular sormuştur. Bunlar  arasında "Hamedan'm soğuk olduğunu öğrendik Biz İsfahanda, atlarımız da  Hamedan'da kışlayacaklar" gibi sözler sarf etmiştir. Sultan  Alparslan'ın elçisi îbnül'Mahleban ise, bu sorulara: "Hayvanlarınız  Hanedan’da kışlayabilir, fakat sizlerin nerede kışlayacağınızı bilemem" şeklinde  cevap vermiştir. İmparator savaşı  kazanacağından o kadar emin olmalı  ki, yanında bulunan kumandan­larına,  Suriye, Irak ve İran'da bulunan vilayetlerin yönetimini taksim etmişti. Diğer yandan kumandanlarına güvensizliği sebebiyle de savaş öncesi onlardan ayrı ayrı sadakat yemini almıştır. 
Malazgirt savaşı sonunda  Bizans, tarihinin en büyük mağlubiyetlerinden birine uğramakla kalmamış,  Anadolu’yu kurtarma ümidini yitirmiştir. Bu yönde tek umudu, batı  dünyası yani Papalık olmuştur. Çünkü elinde kiliselerin  birleştirilmesi uğruna batı dünyasından koparabileceği  imkanlar vardı. Bu tarihten sonra Anadolu’daki Türk varlı­ğını  tehdit edebilecek bir kuvvet kalmamış, Şark Hıristiyanların kendi  kaderlerine terk eden Bizans, maddi ve manevi bütün ağırlıklarım  Anadolu’dan çekmeye başlayacaktır. Malazgirt savaşından yüzyıl  sonra, batı Anadolu’yu Türklerden alma hevesine kapılan Bizans,  1176 yılında Myrokephalon'da uğradığı mağlubiyet ile bu çabası da  sonuçsuz kalmıştır. Askeri alanda başarısızlığa uğrayan Bizans,  politik mücadelesini sürdürmüş, daha önce hâkimiyeti altında iken  bir türlü anlaşamadığını "Şark Hıristiyanlarının" batı  dünyası nezrinde savunucusu olmuştur. Anadolu, Suriye ve  Filistin' de toprak hâkimiyetinin kurulmasıyla Bizans'ın çağrıları  meyvesini vermiş ve "Kutsal toprakları" kurtarma  görüntüsü altında Türk-İslam dünyasına karşı "Haçlı  Seferleri" başlatılacaktır. Bu seferler sırasında Bizans, sadece haçlı  kuvvetlerine kılavuzluk ve iaşe yardımı  yapmıştır. Başlatılan haçlı  seferlerinin sonu gelmemiş, bu uğurda milyonlarca  insan ölmüş, şehir ve kasabalar, köyler  harap olmuştur. Anadolu da Selçuklu devletinin  mirası üzerine kurulacak olan Osmanlı Devleti Anadolu ile yetinmemiş,  Viyana kapılarına kadar dayanmıştır.  Osmanlıların Balkanlara çıkmasıyla  başlatılacak olan Haçlı Seferleri zaman ve zemine göre şekil değiştirerek,  Osmanlı devletinin dağılma dönemine  kadar devam etmiş ama ismi haçlı  seferleri değil, "Şark meselesi" olmuştur. Bu uğurda batı dünyası mesai harcamaktan bıkmamış Önce Balkanlarda yaşayan gayri Müslim Osmanlı  tebaasının dini hakları bahanesiyle "Şark Meselesini" gündeme getirmiş, Balkan savaşlarından  sonra burayı vatan tutan Türklerin  tarihi kadar Dünya tarihini de  ilgilendiren bir hadise olarak tarih sayfasına  geçmiştir...   DOĞU ANADOLU VE MALAZGİRT'İN TARİHİ  COĞRAFYASI    Muhammet Beşir AŞAN   Coğrafyanın tarih içersinde önemli  bir yeri vardır. W.M.Ramasay'ın belirttiği üzere topografya  tarihin temelidir. Dağlar, ovalar akarsular topografyanın unsurları  olup, tarihi olayların gelişmesine etki eden temel faktörler arasında yer alırlar. 
Anadolu, coğrafi konumu  itibariyle dünyanın en stratejik alanlarından birisi olup,  doğu-batı ulaşımı içersinde bir geçit alanıdır. Klâsik tarihçilerden  Batlamyus, İpek yolu’nun Cindeki Kansu'dan başlayıp Anadolu  üzerinden Antakya'ya ulaştığını belirtir. Bununla birlikte yine tarihi bir yol olan  Kral yolu'nun da Anadolu üzerinden geçmesi, Anadolu'nun stratejik konumunun  önemini ortaya koymaktadır. Anadolu bu özelliğini tarihin  hiçbir devrinde kaybetmemiştir.
Doğu Anadolu bölgesi de  Anadolu üzerinde aynı önemi taşır. Adeta Anadolu'nun giriş  kapış; niteliğindedir. Anadolu’ya yapılan akınların çoğu bu yönden yapılmıştır.  Kenarları dağ sırasıyla kuşatılmış olan bölge yurdumuzun 1/5 büyüklüğünde  olup, ortalama 2000 metre  üzerinde bir yükseltiye sahiptir. Doğu Anadolu'nun çukur yerleri  dahi Batı ve İç Anadolu dağlarının çoğunun durakları seviyesindedir.  Yükseltinin tesirleri iklim ve dolayısıyla insanların yaşayışı  üzerinde derin izler bırakmaktan geri kalmaz. Bu ortalama  yükseltiye bakarak, Doğu Anadolu'ya son derece dağlık ve arızalı  bir bölge olarak düşünmek yanlıştır. Aksine Doğu Anadolu arazisinin  3/4'ü 1500–2000 metre yüksekte, fakat geniş düzlükler halindedir.
Bölge coğrafi Özellikleri dikkate alınarak beş ayrı bölüm halinde  incelenir. Bunlar;
— Yukarı  Fırat bölümü — Erzurum  Kars bölümü —  Yukarı Murat bölümü — Van  bölümü  — Hakkâri bölümü olup, Malazgirt'in tarihi coğraf­yasında etli olan  bölümler Yukarı Fırat ve Yukarı Murat bölümüdür.            
Yukarı Fırat bölümünden itibaren  güneyde yer alan Güney Anti Toroslar ile Kuzeydeki Karasu ve Aras  sıra dağlan doğuya doğru yükselerek adeta bir merdiven gibi,  Anadolu'nun doğusunu oluştururlar. 
Yukarı Murat bölümü ise, Güneyinde  Van gölü batısında Ağrı Dağına doğru uzanan sönmüş volkanik  dağlar ile çevrilidir.   Bunları Nemrut, Süphan,  Aladağ ve Tendürek olarak belirtebiliriz. Bu alanı kuzeyden de Ars sıradağları  çevreler. Bölümün önemli akarsuyu başta Murat Nehri ve onu  besleyen Banşan ve başka dereleridir. Bölgedeki Muş ovası başta  olmak üzere, Bulanık, Malazgirt ve Patnos ovaları yerleşimin yoğun olduğu  alanlardır. 
Ulaşım dağ sıraları arasındaki geçitlerle  sağlanır. Yöre; Muş-Bulanık-Patnos yolu ile Ağrı'ya bağlanırken,  Erciş yolu ile de Van bölgesine bağlanır.
BÖLGEYE TÜRKLERİN GELİŞİ
Türklerin Anadolu'ya gelişleri milattan  önceki yıllara dayanır. Milattan sonraki yıllarda ise Karadeniz ve  Hazar denizi'nin kuzeyinde vardı. Bir güç bulan Türkler zaman zaman  Anadolu'ya gelerek nüfuslarını buraya kadar yaymışlardır. VIII.  yüzyıldan sonra da İslam kuvvetleri ile birlikte Anadolu'ya  gelerek yerleşmişlerdir. Bu yüzyıldan itibaren Horasan ve Maveraünnehirden içinde  bulunduğu sınır (üç bölgesi) şehirlerine yerleşmişlerdir. Bu sınır  şehirleri çok verimli topraklara sahipti. Doğu-batı ulaşımını  sağlayan yollar ve şehirlerden geçtiği için buralarda oturan­lar  tarımın yanında ticaretle de uğraşırlardı. Bunların  çoğunu Türkistan ve Horasan'da gaziler teşkil ediyordu. 
Bölge XI. Yüzyıldan itibaren  Selçukluların akınlarına sahne olmuştur. Yüzyılın ilk  çeyreğinde yapılan keşif seferlerini, yoğun akınlar izlemiştir. 1071  Malazgirt meydan muharebesiyle Bizans bu akınları durdurmaya  çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Malazgirt zaferi ile birlikte  Anadolu kapıları Türklere açılmıştır. Zaferi müteakip,  Türkler önemli bir mukavemetle karşılaşmadan kısa zamanda  Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerlemişlerdir. 

Türkler Anadolu'ya  girerken, bölgenin coğrafi özelliklerinden yararlanarak Sarp  dağlan vadilerle aşmışlar, akarsu güzergâhlarını takip ederek  Ana­dolu'nun içlerine kadar gelmişlerdir. Türkler bu akınlar  sırasında şu tabi yolları kullanmışlardır. Aras, karasu, Kızılırmak  vadilerinden Orta Anadolu’ya Kızılırmak kavisine ve batıya doğru ilerlemişlerdir. 
Aras,  Murat suyu ve Yukarı Fırat vadilerin­den gelen Oğuzlar yalnız Doğu Anadolu'ya  gir­mekle kalmamış, daha da batıya ilerleyerek Malatya,  Adıyaman ve Konya'ya kadar ilerlemişlerdir.
Bargiri (bugünkü  Muradiye)-Ahlat yolu ile gelen Oğuz boyları ise bütün Van gölü  havzasını ele geçirdikten sonra Murat suyunun akış  istikametini takip ederek, bir taraftan Orta Anadolu'ya  diğer taraftan da, Bitlis, Erzen, Meyyafarikin (Silvan) ve  Amit (Diyarbakır) yolunu takip ederek güneye ve Çukurova'ya  inerek Anadolu'nun Türkleşmesini sağlamışlardır.  
MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ  HAKKINDA YAPILAN ARAŞTIRMALAR
Dr. Abdülkadir YUVALI 
Engin tarihimizde şerefle yerlerini  koruyan Zaferlerimiz  ve millî günlerimiz tertip edilen anma günleri  millî tarih şuuru da uzun vadeli plânlar yapmaktadırlar. Çağımızda bu plânları  yapmayan toplumlar geleceklerini tesadüflere terk etmiş olmaktadırlar. Dün ile yarın arasında yerimizi muhafaza edebilmemizle yarınlara güvenle baka­bilmemiz  bu toprakların yarınki sahibi gençlerimizin yetişmesiyle yakında alâkalıdır. O halde millî zaferlerim hatıralarım yaşamak, onlara gönüllerde ve hafızalarda canlı tutmak bizler için tarihi görevdir. Çünkü millî kültürüne sahip çıkmayan, onu yeni nesillerine aktaramayan toplumlar yaşa­ma  güçlerini, yükselme enerjilerini kaybedebilirler. 
Tarihimiz objektif  olarak incelendiği zaman, ecdadımızın hedefinin bir istilâ ve  cihangirlik sevdası olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hareketin özünde,  tarihin o devir ve şartları içerisinde kendi hayat tarzına uygun  yer arayan, dinamik ve köklü bir milletin kendisi bu haktan mahrum etmeye  kalkışanlara karşı varlığın ispat etmesi yatmaktadır. İslâm öncesi ve sonrası  dönemlerdeki zaferlerimizin temelinde yatan sebeplerden birisi bu olmuştur. Üzerinde yaşadığımız ve 1000 yıldan beri vatan bildiğimiz bu toprakların, bize kazandırılmasında  büyük payı olan "Malazgirt Zaferi" tarihi bir olay olarak da ayrı bir özelliğe sahiptir. Tarihte öyle olaylar vardır ki, tesirleri yüzlerce,  binlerce yıl devam eder, öyle olaylar  vardır ki. Zamanlarında büyük heyecanlar uyandırmalarına rağmen, daha sonraki  dönemler için hemen hiçbir mana ifade etmeyebilirler.  Büyük İskender'in İran ve Hindis­tan'a  kadar gitmesi, Napolyon'un Fransa dışındaki zaferleri, Timur'un 1402 tarihinde Yıldırım Beyazıt'ın Ankara  savaşında yenmesi v.b. olaylardan bugün hemen hiçbir iz kalmamıştır.  Oysaki 26 Ağustos 1071 tarihinde Büyük  Selçuklu Sultanı Alparslan'ın Bizans  İmparatoru Romenos Diogenes'e karşı Malazgirt ovasında kazandığı zafer, yalnız Türk-İslâm ve Bizans tarihinde değil, dünya  tarihi içinde bir dönüm noktası olmuş  ve neticesi günümüze kadar gelmiştir.  Malazgirt Zaferi sonunda Anadolu'da, Bizans-Grek-Ortodoks kültürü yerine Türk-İslâm medeniyeti hâkim olmuştur. 
Denilebilir ki, bu zafer Anadolu'nun  kültürel ve etnik  yapısının değişmesinde de önemli bir faktör olarak  yer almıştır. 
Bu toprakların vatan olarak  kazanılmasında, korunmasında ve kurtarılmasında önemli yeri  olan zaferlerimizi fonksiyonları bakımından ele aldığımız  zaman, Malazgirt Zaferinin ayrı bir önemi vardır. Meseleye bu  açıdan bakıldığı takdirde Türkiye tarihi için üç büyük zafer önem arz  etmektedir. 26 Ağustos 1071 tarihli Malazgirt Vatan kuran,  Eylül 1176 tarihli Myriokephalon Vatan koruyan ve 26 Ağustos 1922  Başkumandanlık Meydan Muharebesi de vatan kurtaran zaferleri­mizin karakteristik örnekleri  olarak gösterilebilir. 
Türkler, Malazgirt savaşı  ile Yakındoğu'da yeni bir vatan kurmakla kalmamışlar, İslâm âleminin  Hıristiyan dünyasına karşı koruyucu olmuşlardır. Çünkü  Malazgirt Meydan Muharebesi sadece iki ordu ve onların  kumandanları arasında cereyan eden bir muharebe olmayıp, iki ayrı  dünya ve medeniyeti karşı karşıya getirmiştir. Tarih boyunca  doğu batı mücadelesi değişik milletlerin şahsında devam etmiştir. Nitekim  M.Ö yollarda İran-Yunan savaşları Büyük İskender'in şahsında batının  zaferi ile sonuçlanmış. Roma İmparatorlu­ğu hemen bütün Yakındoğu  ve Mısır'a hâkim olmuştur. IV. Yıl yılda başlayan Bizans- Sasani  mücadelesi de yine batı dünyasının lehinde sonuçlanmıştır.  VII. Y.yılda İslamiyet’in zuhurundan sonra Hulefâ-i Râşidin,  Emevi ve Abbasiler dönem­lerinde Bizans gerilemiş ve Tarsus’tan  Erzurum'a kadar uzanan Munzur, Karasu-Aras sıradağları boyunca  uzanan dağlar, tarafların yüzyıllarca sınırı olarak zaman zaman  el değiştirmiştir. X. yüzyılda Bizans, tarihinin en parlak  dönemlerinden birisini yaşamış ve kuzey Suriye'yi kontrolü altında  bulundurmuştur. XI. yüzyılda Bizans, Roma İmparatorluğunun  vârisi olarak İslâm dünyasını tehdit etmeye devam etmiş ise de gerek Balkanlarda  ve gerekse doğuda görülen Türk akınları İmparatorluk için tehdit  unsuru olmuştur. 1049 tarihinde reisleri Kengenis'in  idaresindeki Balkanlar'a giren Peçenekler durdurulmamış ve  yapılan antlaşma ile Peçenekler1'in Balkanlar'da yerleşmelerine  ve Bizans ordusunda ücretli asker olarak kabul edilmelerine  İmparator razı olmuştur. Aynı tarihlerde doğudaki Türk akınları  yoğunlaşmış, İbrahim YINAL idaresindeki Türk kuvvetleri Anadolu  sınırlarını zorlamış ve bu cephede Hasan kale savaşını  kazanmışlardır. 
Malazgirt zaferinin bir  diğer özelliği de, M.Ö. IV. Y.yıldan beri Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında  hüküm süren Roma'nın doğudaki mirasçısı Bizans'ın genç Selçuklu  devleti karşısında bir gün içerisinde perişan olması, başta imparator  olmak üzere maiyetinde bulunanlardan hemen birçoğunun esir  edilmesi hadisesidir. Zaferin kazanılmasında etkili olan birçok faktörler arasında bahsi geçen yüzyılda Bizans'ın Anadolu üzerindeki malî, dinî ve sosyal politikası da olmalıdır. 
Türklerin Bizans'tan  kılıç hakkı olarak devre aldıkları ve fetihten bir müddet sonra doğulu  ve batılı tarihçilere "Turkia" diye kaydettirecek ölçüde  damgalarını vurdukları Anadolu'daki Bizans yönetiminin de bunda  payı vardır. Bizans İmparatorluğunun gerek parlak ve gerekse  kargaşa dönemlerinde Anadolu bir türlü huzura kavuşamamıştır."  Bundan Bizans'ın Sasaniler ve Araplarla daima mücadele halinde  olması ve Türklerle de sınır komşusu olması etkili olmuştur. Bütün bunların  yanında, Bizans'ın Anadolu'ya bakışı da bu hususta önemli ölçüde  rol oynamıştır. Anadolu' da büyük toprak sahiplerinin daha az toprağı  olan köylü ve askerlerin topraklarını çeşitli yollarla ellerine  geçirmeleri sonucu yerli halk, ülke savunmasına ilgi duymaz, hatta  adil ve hoşgörülü Türk idaresini Bizans'a tercih eder hale gelmiştir. Tıpkı Fatih  Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethi sırasında yerli Rum halkının  "Osmanlı"nın sarığını Papa'nın haçına tercih ettikleri  gibi... "Bizans İmparatorları bunun çözümünü, Anadolu'nun savunulmasında gerekli  olan orduyu Anadolulu olmayan, Peçenek, Uz. Slav, Norman v.b.  unsurları kullanmada aramıştır. Ayrıca dinî ve millî menfaatleri yönünden bir  türlü güvenemedikleri Ermeni ve Süryaniler'e de daha önce vermiş  oldukları kısmî imtiyazları kaldırmışlardır. Öyle ki, Türk fethi  arafesinde Bizans âdeta kendi idaresi altındaki ücretli askerleriyle  Anadolu'yu yeniden istila ederek, merkezi otoriteyi güçlendirmek  istemiştir. İşte Bizans'ın bu yanlış politikası Anadolu'nun  Türkler tarafından fethini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Bu  maksatla Bizans'ın Doğu ve Güneydoğu'daki Ermeni ve  Süryanileri orta ve Güney Anadolu'ya kaydırma politikası da  şark Hıristiyanlarının tepki­sine yol açmıştır. Yerli kaynaklar meseleyi dinî  ve millî açıdan ele alarak Bizans'ın bu politikasını şiddetle  yermişler ve Anadolu’nun Türkler tarafından fethinin sorumluluğunu Bizans'a  yüklemişlerdir. Bizans'ın bu tutumu şark Hıristiyanlar arasın­da  "Rum-Ortodoks" düşmanlığını ortak bir inanç haline  getirmiştir. Çünkü bahsi geçen dönemde İstanbul patriğinin  farklı mezhebe inanan Ermeni ve Süryanileri Ortodoks olmaya  zorlaması, İmparatorlarında desteklemeleri yerli halkı yer  yer isyana ve ümitsizliğe sevk etmiştir. 
Nitekim  o dönem tarihçilerinden Urfalı Mateos' un Bizans için kullanmış  olduğu şu ifade görüşümüzü doğrulamaktadır. "İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç  Rum milleti. Milletimizi tahrip edip, Türklerin iktidarını  kolaylaştırdı" ifadesini kullanmaktadır. Bizans  İmparatorlarının şark Hıristiyanlarına karşı tutumunu Süryani  Mihaelde şöyle ifade etmektedir:"Bu devirde Rumlar milletimize  zulüm yapıyorlardı. Çıkardıkları bir emirname ile bizi batıl  mezheplerini kabul etmeğe zorluyorlar, bizi ezmeğe yok etmeğe  uğraşıyorlardı. İstanbul (Ortodoks) Patriği kiliselerimizde bulunan kutsal din kitaplarımızı  (Ortodokslukla ilgili olmayan din kitaplarını)  yaktırdı". 
Ücretli Bizans ordusunun  donanımı ve savaş taktikleri de Bizans'ın savaşı kaybetmesinde  etkili olmuştur. Çünkü Türklerin hafif süvari birlikleri ile vur-kaç taktiği karşısında Bizans'ın manevra kabiliyetinden mahrum zırhlı birlikleri  tam bir tezat teşkil  etmektedir. Genellikle bu birlikler savunulması kolay merkezlerde toplanmışlar ve halktan da destek  görmedikleri için Türk akınları karşısında şaşkına dönmüşlerdir. Bizans'ın Anadolu politikası hakkında Azerbaycan ve  Anadolu' da hareket halinde bulunan Türkmen beylerinin Sultan Alparslan'a  vermiş oldukları bilgiler de güvenilir kaynaklardır. Daha Selçuklu Devlet kurulmadan önce Çağrı Bey, 1018 yılında  300 kişilik bir süvari birliğinin başında ilk defa bugünkü sınırlarımızı aşarak Anadolu'ya  girmişti. O Azerbaycan ve  Doğu Anadolu şehirlerine karşı yaptığı akınlardan sonra yani bir keşif veya yurt arama seferi sonunda Buhara  yöresindeki kardeşi Tuğrul  Bey'in yanına dönmüştür. Çağrı Bey kardeşine vermiş olduğu bilgiler arasında şu kayıt dikkatimizi çekmektedir. "Bu  ülkede (Anadolu) bize  karşı koyabilecek bir kuvvete rastlamadım" Sözleri o sırada Anadolu'daki Bizans idaresinin içerisinde bulunduğu durumu ifade  etmesi bakı­mından  önemlidir. Bu konudaki diğer kayıtlar da, savaş öncesinde Anadolu'ya akınlar yapmış olan ünlü Türkmen Beğ'i Bekçioğlu Afşin ile  Selçuklu şehzadelerinden  Kurtalmış’in Anadolu akınlarının neticeleri hakkında Sultan Alparslan’a sunmuş oldukları raporlardır. Bu raporlardaki bilgiler Urfalı Mateo  ve Süryani Mihael’in Bizans hakkındaki görüşlerini doğrulamaktadır. Türkmen beyleri de Bizans ordusu için  "Bizanslılar savaş kabiliyetinden  mahrum, kadınlaşmış insanlar" ifadesini kullanmışlardır.
Selçuklu Devletinin kurulmasından  Malazgirt Savaşına kadar geçen 30 yıllık süre içerisinde (1040–1071)  Türkmenler, başlarında irsî Türkmen beyleri veya Selçuklu  Şehzadelerinin yönetiminde Anadolu hudutlarına girmişlerdir. Selçuklu Devletinin  kuruluşundan hemen sonra ortaya çıkan "Türkmen  Meselesi"ne çözüm bulmak için Sirderya ötesinden dalgalar halinde gelen  atlı-göçebe Türkmen unsurlarına Azerbaycan ve Anadolu sınırlarına  göndermek suretiyle iç ve dış politikalarına uygun düşen bir yol  izlemişlerdir. Malazgirt zaferi öncesi Anadolu akınları sırasında  Azerbaycan önemli bir askeri üs vazifesi görmüştür. Selçuklu  dönem güvenilir kaynaklarından el-Hüseyni’deki kayıtlara  göre, Sultan Alparslan 1064 yılında Azerbaycan'a girdiği zaman  irsi Türkmen beylerinden Tuğ-Tekin ile karşılaşmıştır. Tuğ-Tekin  Sultana Anadolu hakkında bilgiler vermiş ve sultanın yanında sefere  katılmıştır. 1040–1071 yılları arasında Türkler için önceleri sadece  Azer­baycan hareket merkezi iken, Malazgirt Zaferi öncesi,  başta Ahlât olmak üzere bazı Anadolu şehirleri Türk  akıncılarının hareket merkezi olmuştur. Bu akıncı Türkler  Bizans'ın karşı harekâtı sırasında Ahlât veya Azerbaycan'a geri  çekiliyorlardı. Ancak hadiseler dikkatle incelendiği takdirde  zamanın Bizans'ın aleyhine işlediği görülüyor. Bizans'ın karşı  harekâtı söz konusu olduğunda artık Türk kuvvetleri Anadolu  şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle de tehlikeyi atlatabiliyorlardı.  
Malazgirt Zaferi ile  Bizans'ın mukaveti kırılıp, Türk kuvvetleri karşısında duracak  gücü kalma­yınca, Türkler açısından Anadolu'da yayılma ve yerleşme devri  başlar. Bu yerleşme öyle kesin ve ani olmuştur ki, o zamana  kadar uzun tarihi içerisinde birçok kavim ve medeniyetlere  sahne olan Anadolu'nun etnik ve kültürel yapısı 1071 yılı  sonrası olduğu gibi kesin değişikliğe uğrama­mıştır. Bazı batılı  araştırmacıların ve çevrelerin anlayamadığı daha doğrusu kabullenemediği hu­sus  işte bu değişmedir. Bunun kolayca anlaşılabil­mesi için 1071  sonrası Anadolu'ya yapılan muhace­ret ve iskan hadisesinin araştırılması  gerekmekte­dir. Bu yapılamadığı sürece, Anadolu'nun Türkleş­me  ve vatan olma hadisesi yanlış ve eksik değerlendirmelere maruz  kalacaktır. Oysaki, Sel­çuklu Devletinin kurulmasından itibaren Horasan' dan  Anadolu'ya doğru daha emin ve uygun yurtlar bulmak maksadıyla yapılan  akınlara bir bakıma bir nüfus kaymasıdır. Çünkü gelen bu insanlar aileleri ve  servetleri ile geliyorlardı. Malazgirt zaferi sonrası Anadolu'ya  yapılan Türk akınları hakkında Ermeni, Gürcü, Süryani ve Bizans kaynaklarında  birçok kayıtlar mevcuttur. Denile­bilir ki, Malazgirt  zaferinin Bizans için en ağır neticesi; o zamana kadar Anadolu'yu Türk akınla­rına  karşı savunan müdafaa sisteminin yıkılması ve ordusunun  dağılmasıdır. 
Malazgirt meydan  muharebesine çağdaş İslâm kaynaklarından İbnü-l-Esîr olmak üzere  "İbnü'l-Kalânisi, İbnü'l-Ezrak, îbnü’l Cevzî, Bundari,  Sıbt İbnü'l-Cevzi, İbnü'l-Devadâri, Ahbârü'd-devleti's-Selçukiyle,  Reşidü'd-Din Fazlullah, Aksa­raylı Kerümiddin Mahmud, Hamdullah-i  Müstev-fi. Mirhond" gibi kaynaklar meydan muharebesine büyük ölçüde yer  verdikleri halde Bizans ve Yunan kaynakları susmayı  tercih etmişlerdir. Bir diğer husus,  batıda sayıca çok olan Bizans Tarihi mütehassıslarının,  Bizans tarihi için bir dönüm noktası  olan bu çok önemli konuyu ihmal etmiş olmalarıdır.  Gerek bahsi geçen kaynaklar ve gerekse  yapılan tetkikler "Haçlı Seferleri" söz konusu olunca meseleyi  derinliğine ele alarak incelemişlerdir.  Büyük Türk zaferi hakkında Bizans-Grek  kaynaklarından Skylitzes ve Attaliates eserlerinde  kısmen yer vermişlerdir. XVIII. yüz­yılda  Batı Avrupa’da XIX. yüzyılda da Rusya'da Bizans tarihi tetkikleri gelişerek bu sahadan mühim eserler  verilmiştir. Alman tarihçisi A.Gförer'in  Byzantinische Geschicten (Bizans tarihleri) adlı üç ciltlik eserinde Malazgirt zaferine yer verilmiştir. Bahsi geçen  yüzyıllarda Rusya kendi­sini Bizans'ın varisi ve halefi olarak  görüyordu. Bu hedefe ulaşmak için  İstanbul'un alınması ilk hedef kabul  edilmişti. Bu maksatla da Rusya'da Bizans tetkiklerine ağırlık verilmişti. Bu çalışmalara merkez olarak İstanbul da kurulan "Rus  Arkeoloji Enstitüsü" seçilmişti.  Enstitünün yöneticiliğine tanınmış  Bizans tarihçisi Feodor İ. Uspenksky getirilmiştir. Uspenksky'nin hazırlamış  olduğu üç ciltlik Bizans tarihi Malazgirt zaferine en fazla yer veren eserler arasında yer almaktadır. Olayların tarafsız bir gözle birinci elden kaynaklara göre değerlendirmesi eserin önemini artırmaktadır. Uspensky'e göre Bizansın mağlup olmasının en önemli nedeni, İmparatorluğun şark Hıristiyanlarına karşı tutumudur. Ayrıca, Bizans ordusunda ücretli asker olarak bulunan Peçenek-Uz ve diğer  Türk orjinli askerlerin savaş öncesi Türk tarafına geçmesi de savaşın  kaderi üzerinde etkili olmuştur. Yine bu  konuya çalışmalarında yer veren tanınmış Bizans tarihçilerinden A.Vasiliev ve  Gerog Ostrogısky'yi zikredebiliriz.
Fransız  bizantinistlerinden Louis Brehier ise eserinde Malazgirt  muharebesine çok az yer vermiştir. Fransız müsteşriklerinden olup,  Selçuk­lu tarihi üzerindeki Araştırmalarıyla yakından tanıdığımız,  eserleri ve makaleleri dilimize çevril­miş olan Claud CAHEN,  İslâm kaynaklarından istifade ederek objektif değerlendirmeler  yapabil­miştir. 
 

26.08.2023 108