Malazgirt Zaferi'nin Yıldönümü
T.C. Muş Valiliği
Malazgirt Savaşı
MALAZGİRT SAVAŞI ÖNCESİ SELÇUKLU VE BİZANS'IN ANADOLU POLİTİKASI
Abdülkadir YUVALI
Tarih boyunca birçok zaferler kazanmışlarsa da Anadolu'da yaşamak ve yurt tutmak için kazanılan iki büyük zafer, bunların en önemlisi olmalıdır. Birincisi Anadolu'yu Türk Vatanı haline getirmek için 26 Ağustos 1071 tarihinde kazanmış olduğumuz Malazgirt meydan savaşı, diğeri de Anadolu'yu düşman işgalinden kurtaran 26 Ağustos 1922 tarihli Başkumandanlık meydan muharebesidir.
Malazgirt savaşının bir diğer Özelliği de, M.Ö. IV. Yüzyıldan beri Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları üzerinde hüküm süren eski çağın en büyük imparatorluğu Roma'nın doğudaki mirasçısı Bizans'ın genç Selçuklu devleti karşısında bir gün içerisinde perişan olması, başta imparator olmak üzere maiyetinde bulunanlardan hemen birçoğunun esir edilmesi hadisesidir. Bu durumun daha iyi aydınlığa kavuşturulabilmesi için her iki devletin yani Bizans ve Selçuklular'ın savaştan önceki askerî, siyasî ve kısmen sosyal durumlarını bilmekte fayda vardır. Bizans İmparatorluğu'nun askeri ve siyasi durumu, yarımda Anadolu'nun Jeopolitik yapısı da savaşın neticesi ve doğurduğu sonuçlar üzerinde etkili olmuştur. Çünkü 3000 yıl Müslüman Araplara karşı başarı ile savunduğu Anadolu'yu, Türkler karşısında savunamamıştır. Ayrıca bu hadisenin Millî tarihimiz yönünden bir diğer önemi de, Türk millî bünyesinde meydana getirmiş olduğu değişmedir. Çünkü atlı-göçebe kültürden yerleşik şehir kültürüne geçişimiz de bu savaş ile yakından ilgili olmalıdır.
Bizans imparatorluğu’nun tarihi içerisinde "İkinci Altın Devri" olarak adlandırılan Makedonya hanedanı, X. Yüzyılda Bizans'ı çağın birinci sınıf devleti haline getirmiştir. Bu dönemde Müslümanların Anadolu akınları durdurulmuş, Bizans zaman zaman İslâm dünyasını tehdit etmiş ve Kuzey Suriye el değiştirmiştir. Aynı şekilde Balkanlar ve İtalya'da Bizans üstünlüğünü sürdürmüştür. Ancak XI. yüzyıla girildiği sırada bu parlak dönem gerilerde kalacak, içte ise devletin idaresi garip İmparatorlar, İmparatoriçelerle evlenen ordu kumandanlarının elinde kalmıştı. Kısa aralıklarla el değiştiren yönetim merkezi otoritenin zayıflamasında önemli bir faktör olmuştur. Bizans'ın parlak dönemi Makedonya hanedanının ünlü imparatoru II. Bazil'in 1025 yılında ölümü ile kapanacaktır. Bazil döneminde devlet, askerî ve malî yönden güçlü olması yanında tecrübeli kumandan ve devlet adamları sayesinde içte ve dışta sürekli başarılar kazanmıştır. Güney İtalya’dan Kafkas dağlarına ve oradan Filistin'e kadar uzanan topraklar üzerinde huzur ve asayiş sağlanmış, Bizans çağın bir numaralı devleti haline gelmişti. Fakat II. Bazil'in 1025 yılında varis bırakmadan ölümünden sonra yerine geçen kardeşi 8. Konstantin tahtta kaldığı üç yıl içersinde II. Bazil'in kurmuş olduğu sistemi alt üst etmiş, 1028 yılında da erkek varis bırakmadan öldüğünde devletin yönetimi kızları Zoe ve Thedore'nin elinde kalmıştır. Bundan sonraki dönemde ise, bu imparatoriçelerle evlenmiş olan Bizans kumandan ve asilzadeleri devleti İmparatoriçeler adına yönetmişlerdir. İç politikadaki bu değişme, kısa zamanda dış politikaya da yansımış olmalı ki, Karadeniz sahillerine yapılan Rus akınları Balkanlardaki Peçenek akınları, Ege denizindeki Arap korsanlarının baskınları birbirlerini takip etmiştir. Denilebilir ki, Bulgaristan ve Sırbistan'daki isyanlar ve doğudaki topraklan tehdit eden Türk Akınlarına karşı alınan tedbirler yetersiz kalmış, böylece Bizans içte ve dışta başarısız olduğu bir döneme girmiştir. Eğlence düşkünü olan ve kısa süre görevde kalan imparator ve imparatoriçelerin israflarıyla hazine boşalmış, ücretli askerlerden oluşan ordu ihmal edilmiştir. 1048 yılında Reisleri Gegenis'in idaresinde Balkanlara giren Peçenekler durdurulmamış yapılan antlaşma ile Peçeneklerin Balkanlarda yerleşmelerine ve Bizans ordusunda ücretli asker olarak kabul edilmelerine Bizans razı olmuştur. Bu dönemde Bizans ordusunda ücretli asker olmak cazip bir iş olmalı ki, Peçenekler bu hususu bir antlaşma maddesi olarak Bizans'a kabul ettirmişlerdir. Aynı tarihlerde Doğuda Türk akınları yoğunlaşmış, İbrahim YINAL idaresindeki Türk Kuvvetleri Anadolu sınırlarını zorlamış ve bu cephede meşhur Hasan kale savaşım kazanmışlardır. Diğer yandan, yine bu tarihlerde Bizarısın İtalya'daki toprakları Normanlar tarafından istila edilmiş ve papalık yani Katolik kilisesi ile Bizans Ortodoks kilisesi arasında süre gelen anlaşmazlık devam etmiştir.
1067 yılında ölen imparator X. Konstantinden sonra vasiyeti üzerine karısı evlenmemiş ve yaşları küçük olan oğullarına niyabet etmiştir. Fakat İmparatoriçe ancak, yedi ay görevi sürdürebilmiştir. İç politikada da hata üzerine hata işlemiş, sonunda Patrik Johannes X. İpehilin'in de tavsiyesi üzerine Kapadokya'nın ünlü kumandanı R. Diogenes ile evlenmiştir. Daha önce imparator olmak için isyan teşebbüsünde bulunmuş olan R. Diogenes bu defa evlilik yoluyla tahta geçmiştir. Ancak, yeni imparatoru bekleyen birçok meseleler vardı; iç isyanlar, sınırlarda ortaya çıkan yeni düşmanlar, ücretleri ödenmediği için kendi topraklarını yağmalayan bir ordu vs. Norman neşeili ünlü kumandan Krispin, kendisine bağlı Ücretli askerlerin ücretleri ödenmediği için, devlet hazinesine el koymuş, geçtiği yerleri yağmalayarak ordusunun iaşesini temin etmiştir. Diğer yandan yönetimi kocasına bırakmak istemeyen imparatoriçe Eudo-xia ile arası açılan imparator Romenos Diogenes iki aylık bir evlilikten sonra İstanbul'u terk ederek, Anadolu'ya geçer ve Selçuklulara karşı savaş hazırlığına başlar. Bu sırada Bizans ile Macarlar'ın arası açılmıştır, Kumanlar'ın tazyiki ile daha batıdaki topraklara çekilen Oğuzlar, Balkanlar'a kadar çekilmişler ve daha önce buraya gelmiş olan Peçenekler'i yerlerinden oynatarak, 1065 yılında Tuna nehrini geçerek, Bizans ordusunu mağlup etmişlerdir. Bu mücadele sırasında daha sonra İmparator olacak oh?- Nikephoros Botaneiates'i de esir almışlardır. İlerlemesine devam eden Oğuzlar, Selanik'e kadar ilerlemişlerse de bu sırada Oğuzlar arasında ortaya çıkan veba hastalığı onları daha fazla ilerlemesine engel olmuştur ki, bu olay Bizans'ın imdadına yetişmiş olmalarıdır. Çünkü Oğuzların büyük bir bölümü bu hastalıktan dolayı hayatlarım kaybetmişler, kalanlardan bir kısmı geri dönmüş orada kalanlar da Peçenekler arasında eriyip gitmişlerdir. Böylece Bizans Balkanlar’daki bir tehlikeden daha kurtulmuş oldu. Bizans, XI. Yüzyılından itibaren doğudan Selçukluların sevk ve idaresi altındaki Türkler tarafından, batıdan da Peçenek, Kuman Oğuz Türkleri tarafından sürekli tazyik alındı tutulmuştur.
Malazgirt Savaşı öncesinde Bizans'ın Anadolu politikası yerli kaynaklar tarafından da ağır bir dille tenkil edilmektedir. Çünkü Bizans mezhep bakımından farklı olan Şark Hıristiyanlarını Ortodoks mezhebine kazanabilmek için ordular sevk etmiş, böylece Ortodoks olmayan diğer Hıristiyan unsurlar Bizans'a karşı cephe almışlardır. Öyle ki Şark Hıristiyanları arasında "Rum Ortodoks" düşmanlığı ortak bir inanç haline gelmişti. Türk akınları arefesinde Bizans'ın Şark Hıristiyanlarına karşı politikası Anadolu'nun Türklerce fethinin kolaylaştırılmış, yerli halk, zaman zaman Türklere yardımcı olmuştur. Çünkü Türklerin yönetimi altında bulunan insanların din ve inançlarının serbestçe sürdürdüklerini biliyorlardı. Nitekim çağdaş tarihçi Urfalı Mateos'un Bizans için kullanmış olduğu ifade görüşümüzü doğrulamaktadır. "İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti, milletimizi tahrip edip, Türkler'in istilasını kolaylaştırdılar" demektedir. Şark Hıristiyanlarının Bizans'a karşı tutum ve davranışlarını Süryani da şöyle ifade etmektedir. "Bu devirde Rumlar bizim Milletimize zulüm yapıyorlardı. Çıkardıkları bir emirname ile batıl mezheplerini bizi kabul etmeğe zorluyorlar, bizi ezmeğe uğraşıyorlardı. İstanbul Ortodoks Patriği kiliselerde bulunan mukaddes kitapları yeni Ortodokslukla ilgili olmayan, Süryani din kitaplarını yaktırdı. Bu kayıtlar, Malazgirt savaşı arefesinde Bizans İmparatorluğu'nun Anadolu'daki Rum ve Ortodoks olmayan unsurlara karşı politikasını göstermesi yanında, Anadolu'nun Türkler tarafından fethini ve yurt tutulmasını kolaylaştıran sebepler olması bakımında da önemlidir.
Şark Hıristiyanları ile Bizans arasındaki mücadeleyi gösteren bu kayıtları, Anadolu akınlarına katılan Türkmen beylerinin Selçuklu Sultanlarına faaliyetleri hakkında sunmuş oldukları raporlarda ki bilgiler de doğrulamaktadır. Daha Selçuklu devleti kurulmadan önce Çağrı Bey 1018 yılında Gazneliler tarafından sıkıştırıldığı zaman 3000 kişilik bir süvari birliğinin başında ilk defa bugünkü sınırlarımızı aşarak Anadolu’ya girmiştir. Azerbaycan ve Doğu Anadolu şehirlerine karşı akınlarda bulunduktan sonra, o sırada Buhara yöresinde bulunan kardeşi Tuğrul Bey'in yanına döner, Çağrı Bey'in bu yolculuğu, bir bakıma macerası hakkında kardeşine vermiş olduğu bilgiler arasındaki şu kayıt dikkatimizi çekmektedir. "Bu ülkede (Anadolu'da) bize karşı koyabilecek bir kuvvete rastlanmadığı o sırada Anadolu’daki Bizans yönetiminin içerisinde bulunduğu durum ifade etmesi bakımından önemlidir. Bu konuda bir diğer kayıt Malazgirt Savaşı Öncesinde Anadolu ya akınlar yapmış olan ünlü Türkmen Bey'i Bekçioğlu Afşin ile Selçuklu Şehzadelerinden Kutal'mış Anadolu akınlarının neticeleri hakkında Sultan Alparslan'a sunmuş oldukları raporlardır. Bu raporlardaki bilgilerde tıpkı yerli Hıristiyan tarihçilerin görüşleri doğrultusundadır. Türkmen beyleri'nde Bizanslılar için "Bizanslılar, savaş kabiliyetinden mahrum, kadınlaşmış, insanlar" ifadesini kullanmaktadırlar.
Selçuklu Devletinin sevk ve idaresinde veya mustafil olarak Anadolu’ya yapılmış olan Türk akınlarını Selçuklu Devletinin Batı politikası içerisinde ele alıyoruz. Adı geçen devletin Batı politikasındaki iki önemli ağırlık merkezi vardır. Bunlardan birincisi Anadolu ve dolayısıyla Bizans, ikincisi de Mısır Fatımi Devleti idi. Malazgirt Savaşı öncesinde Anadolu'ya yapılan Türk akınları Selçuklu devletinin savaş öncesi siyasi ve İdari yapısı içerisinde ele alınmalıdır. Müslüman Arapların yeni Emevi ve Abbasilerin üç yüz yıl süren mücadele ile ulaşmadıkları sonuca Selçukluların bir günlük savaşla ulaşması Anadolu’ya yapılan Türk akınlarının mahiyeti Anadolu’nun jeopolitik yapısı ve Bizans’ın o sıradaki durumu ile yakından ilgilidir. İslam ordularının İspanya ve Türkistan gibi hilafet merkezine oldukça uzak yörelerde başarılar kazanıp ülkelere fethettikleri halde Anadolu da başarı gösterememiş olmaları yukarıda zikrettiğimiz sebeplerle izah edilebilir. Bizans İmparatorluğu 8.9. ve 10. yüzyıllarda tarihinin en güçlü dönemlerinden birini yaşadığı gibi jeopolitik bakımından da Türk akınları ile Arap akınları farklı yönlerden gelmiştir. Emevi ve Abbasi akınları Güney ve Güneydoğudan Türk akınları ise Doğudan yapılmıştır. Anadolu’nun jeopolitik yapısı incelendiği zaman Tarsus’tan başlayıp Erzurum'a kadar uzanan Toros, Munzur, Karasu ve Aras dağlarının Güneydoğu yönünde orta Anadolu ya geçit vermedikleri görülmektedir. Bu sıra dağlar üzerinde bulunan Mahdut sayıdaki geçitler ise sağlam birer savunma merkezleri vazifesini görür.
Bu geçitler Bizans ile Müslümanlar arasında sınır kapılan vazifesini görmüştür. Zaman zaman bu kapıları aşıp Orta Anadolu’ya giren İslam orduları karadan veya denizden gerilere çıkarma yapan Bizans kuvvetlerini kıskacına düşerek büyük kayıplar vermek suretiyle geri çekilmişler veya geçici başarılar elde etmişlerdir. Başarısızlığın bir diğer sebebi de hareket üsleri olan Kuzey Suriye ve Elcazire'den uzaklaşmış olmalarıdır. Yaklaşık 300 sene devam eden İslam akınları Battal Gazi destan'ı gibi büyük bir halk destanına malzeme teşkil etmiştir. X. yüzyılda Bizans'ın karşı hareket sonucu İslam kuvvetleri gerilemişler ve böylece Anadolu'da Bizans hâkimiyeti yeniden tesis edilmiştir.
Bizans karşısında gerileyen İslam dünyasının kuruculuğunu üstlenecek olan Selçuklu devleti 1040 Dandenakan savaşının Gazneli devletine karşı kazınılmasından sonra kurulmuştur. Daha kuruluşundan itibaren bu devleti meşgul eden meselelerin başında "Türkmenler Meselesi" gelmektedir. Sirderya ötesinden dalgalar halinde Horasan ve Maveraünnehir yöresine gelen adlı göçebe Türkmen unsurları Selçuklu devletinin bir iç meselesi olmuştur. Çünkü bahsi geçen toprakların halkı umumiyetle yerleşik hayat tarzını benimsemiş olduğu halde buralara sonradan gelen Türkmenler ise, "Adlı göçebe" hayat tarzının sürdürmüşlerdir. İki farklı hayat tarzına sahip unsurlar arasındaki mücadele devletin yıkılmasına kadar sürecektir. Denilebilir ki, Selçuklu devletini kuran "Adlı-Göçebe" Türkmenler devletin yıkılmasında da önemli Ölçüde rol oynamışlardır. Selçuklu yöneticileri Türkmenler meselesine çözüm yolları aramışlarsa da kalıcı olmamış sadece başarılarında bululan irsi beyleriyle birlikte daha batıdaki topraklara göndermişlerdir. Anadolu’ya yönelik bu Türkmen akınları sırasında Azerbaycan önemli bir askeri üst vazifesi görmüştür. Çünkü Bizans ordusunun karşı koyması halinde, Türkmenler Azerbaycan'a çekiliyorlardı. Selçuklu devletinin kuruluşuna kadar Anadolu’ya yapılan Türk akınlarının ortak özelliği bu olmuştur. Bu durum 1040–1071 yılları arasından da zaman zaman aynı şekilde olmuş ise de Önemli ölçüde farklılıklar göstermektedir. Bu dönemde Türkler Anadolu da kalıcı değil Bizans'ın müstahkem mevkilerinin yıpratıcı akınlar yapmışlardır. Anadolu gazaları irsi Türkmen beylerinin yönetiminde olmakla beraber çoğunlukla Selçuklu devletinin sevk ve idaresinde idi. Ayrıca bu dönemde zaman zaman Selçuklu Sultanlarının da katıldığı akınlar olmuştur. Bu akınlar sayesinde Bizans'ın mukavemeti kırılıyor. Türkmenler içinde yeni yurtlar temin ediliyordu. Selçuklu devletinin Türkmenler meselesine bulduğu: en isabetli çözümde bu olması gerekir. Çünkü devlet bir yandan yönetimi altındaki halkın hukukunu korumak diğer yandan da bizzat mensubu bulundukları Türkmenlerinin hakkını gözetmek mecburiyetinde idi. Buna en kısa ve en iyi çözüm Türkmenleri daha Batıdaki yeni Azerbaycan’a ve Anadolu’daki topraklara göndermekti. Böylece bir yandan devlet içerisindeki göçebe yerleşik unsuru çekişmesine çözüm bulmuşlar. Diğer yandan da Anadolu akınlarını sürdürmüşlerdir. Daha 1047 yılında İbrahim YINAL Nısabur'da iken yurt bulma konusunda şikâyet eden Türkmenler "memleketim sizin oturmanıza imkân verecek kadar geniş değildir. Bu sebeple doğrusu şudur ki Allah yolunda cihat ediniz ve ganimet alınız. Bende arkanızdan gelip size yardım edeceğim" diye cevap vermiştir. Gerçekten de bir yıl sonra Anadolu’ya giren İbrahim YINAL Bizans kuvvetlerine karşı 1048 yılında meşhur Hasankale savaşını kazanmıştır. Bu savaşın kazanılmasından sonra Türk kuvvetleri Trabzon'a kadar ilerleyeceklerdir.
Türk akınları sırasında uzun bir dönem Azerbaycan askeri bakımdan önemli rol oynamıştır. Gerek Selçukluların sevk ve idaresinde ve gerekse müstakil hareket eden irsi Türkmen beyleri Malazgirt savaşına kadar Azerbaycan'ı ve Ahlât’ı hareketleri için üs olarak kullanmışlardır. Nitekim El-Hüseyin'deki kayıtlara göre Sultan Alparslan 1064 yılında Azerbaycan'a girdiği zaman irsi Türkmen beylerinden Tuğ-Tekin ile karşılaştı. Sultana Anadolu hakkında bilgiler veren Tuğ-Tekin sultan ile birlikte Anadolu seferine katılmıştır. Bizzat sultanların katıldığı bu seferler sonunda Türkler orta Anadolu’ya kadar ilerlemişlerdir. 1067 yılında Kızılırmak vadisini takiben Kayseri'ye kadar ilerleyen Türk akıncıları bu şehri ele geçirmişlerdir. 1068 yılında sultan Alparslan'a isyan ettikten sonra korkusundan Bizans'a sığınmak isteyen Selçuklu kumandanı ve sultanın eniştesi Erbasgan'ın yakalamak için Ahlât’tan hareket eden Bekçi oğlu Afşin Anadolu’yu bir baştan öbür başa kat ederek, Denizli yakınlarına kadar uzanır. Oradan Ege denizi sahillerini takiben, Marmara denizi kıyısında Bizans imparatoru ile kaçak Türkmen beyi hakkında konuşur bu konuşma bir çeşit pazarlık ve imparatoru, kaçak Türkmen beyini geri vermesi hususunda tehdit şeklindedir. Daha sonra emrindeki süvari birliğinin başında ve hiç bir engelle karşılaşmadan Ahlât’a dönmüştür. Afşin beyin bu yolculuğu Bizans'ın Anadolu’daki askeri ve idari durumunu göstermesi bakımından önemlidir. Bütün bu başarılara rağmen, Malazgirt öncesi Türkler Anadolu da yerleşecek ve yurt tutacak kadar güçlenmemişlerdir. Binansın karşı harekâtı yerleşme ve yurt tutmaya engel oluyordu. Vur-kaç taktiği ile hareket eden Türkler, doğu-Batı, Kuzey-Güney yönlerinde Anadolu’yu katletmelerine rağmen henüz Anadolu’daki müstahkem mevkileri ele geçirememişlerdi. Buralardaki Bizans varlığı önemli bir tehdit unsuru olmuştur. Bu yüzden Malazgirt öncesinde Bizans ordusunun karşı harekâtı söz konusu olduğu zaman, Türk akıncıları Ahlât ve Azerbaycan'a çekiliyorlardı. Ancak her geçen gün Bizans’ın aleyhine olduğu için, karşı harekât anında Türk kuvvetleri artık Anadolu şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle Bizans tehlikesini atlatabiliyorlardı. Nitekim R. Diogenes' in Malazgirt öncesinde gerek bizzat kendisinin ve gerekse kumandanlarının yönetimindeki Bizans ordusu 3 yıl boyunca Anadolu’da Türklerle mücadele etmişlerdir. Bu esnada Türk kuvvetleri Ahlât ve Azerbaycan’daki üslerine çekilme yerine Anadolu şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle tehlikeyi bertaraf etmişlerdir.
Anadolu’da çekişme sürerken, Selçuklu sultanı Alparslan devletin batı politikasında ikinci ağırlık noktası olarak kabul ettiği Mısır (Fatımi) meselesini halletmek üzere yola çıktığı görülecektir. Bu maksatla Sultan, Van Gölünün kuzeyinden geçerek, Erciş ve daha sonra da Malazgirt kalelerini almış, daha sonra Ergani ve Siverek'i aldıktan sonra Urfa kalesini kuşatmıştır. Ancak, kuşatma uzamış, Sultan şehir valisi Vasil’in şiddetli savunması karşısında daha fazla zaman kaybetmemek için kuşatmayı kaldırarak, Mısır yolculuğuna devam etmiştir. Selçuklu ordusu Halep şehrine geldiği zaman, şehir hâkimi Mirdasoğlu Mahmut bağlılığını bildirdiği için zaman kaybedilmeden yola devam edilmiş, fakat ordu henüz bir günlük yol kat etmiş iken, R.Diogenes'in elçisi Sultan'a yetişmiştir. İmparatorun isteği, Erciş, Ahlât ve Malazgirt kalelerinin Bizans'a geri verilmesi, Türk akıncılarının Anadolu'dan çıkartılması idi. Bu durum karşısında Mısır seferinden vazgeçen Sultan Alparslan tekrar geldiği yoldan hareketle Diyarbakır'a ve oradan da Silvan'a geldiği zaman R.Diogenes'in Malazgirt kalesini ele geçirmiş olduğunu öğrendi. Sultan, Bitlis üzerinden harekât üs'sü olarak Ahlât’a ulaşmıştır.
İmparator, büyük masraflar yaparak hazırlamış olduğu ücretli ordusuna güvenerek harekât planını hazırlamıştı. Bu plana göre: böyle bir ordu ile Türkler, değil Anadolu'dan, ağırlık merkezleri olan Azerbaycan'dan da atılabilirlerdi. Bu maksatla Anadolu’da zaman kaybetmemek için doğrudan Azerbaycan üzerine yürüyüş karan almıştı. Onun bu kararına ordusunda bulunan tecrübeli kumandanlar karşı çıkmış ise de onların görüşüne itibar etmeyen İmparator tecrübesiz, dalkavuk kumandanlarının görüşünü benimsemiştir. Diğer yandan Ahlât’tan hareket eden Sultan Alparslan, Ahlât-Malazgirt yolunu takiben Malazgirt yakınındaki Rahve ovasına karargâhını kurmuştu. Savaş öncesinde son defa olarak imparatora barış için bir elçilik heyeti göndermiştir. İmparator bu davranışı sultanın korkmuş olmasına bağlayarak barış teklifini reddetmiş, sultanın elçisine, savaşın galibi kumandan edasıyla sorular sormuştur. Bunlar arasında "Hamedan'm soğuk olduğunu öğrendik Biz İsfahanda, atlarımız da Hamedan'da kışlayacaklar" gibi sözler sarf etmiştir. Sultan Alparslan'ın elçisi îbnül'Mahleban ise, bu sorulara: "Hayvanlarınız Hanedan’da kışlayabilir, fakat sizlerin nerede kışlayacağınızı bilemem" şeklinde cevap vermiştir. İmparator savaşı kazanacağından o kadar emin olmalı ki, yanında bulunan kumandanlarına, Suriye, Irak ve İran'da bulunan vilayetlerin yönetimini taksim etmişti. Diğer yandan kumandanlarına güvensizliği sebebiyle de savaş öncesi onlardan ayrı ayrı sadakat yemini almıştır.
Malazgirt savaşı sonunda Bizans, tarihinin en büyük mağlubiyetlerinden birine uğramakla kalmamış, Anadolu’yu kurtarma ümidini yitirmiştir. Bu yönde tek umudu, batı dünyası yani Papalık olmuştur. Çünkü elinde kiliselerin birleştirilmesi uğruna batı dünyasından koparabileceği imkanlar vardı. Bu tarihten sonra Anadolu’daki Türk varlığını tehdit edebilecek bir kuvvet kalmamış, Şark Hıristiyanların kendi kaderlerine terk eden Bizans, maddi ve manevi bütün ağırlıklarım Anadolu’dan çekmeye başlayacaktır. Malazgirt savaşından yüzyıl sonra, batı Anadolu’yu Türklerden alma hevesine kapılan Bizans, 1176 yılında Myrokephalon'da uğradığı mağlubiyet ile bu çabası da sonuçsuz kalmıştır. Askeri alanda başarısızlığa uğrayan Bizans, politik mücadelesini sürdürmüş, daha önce hâkimiyeti altında iken bir türlü anlaşamadığını "Şark Hıristiyanlarının" batı dünyası nezrinde savunucusu olmuştur. Anadolu, Suriye ve Filistin' de toprak hâkimiyetinin kurulmasıyla Bizans'ın çağrıları meyvesini vermiş ve "Kutsal toprakları" kurtarma görüntüsü altında Türk-İslam dünyasına karşı "Haçlı Seferleri" başlatılacaktır. Bu seferler sırasında Bizans, sadece haçlı kuvvetlerine kılavuzluk ve iaşe yardımı yapmıştır. Başlatılan haçlı seferlerinin sonu gelmemiş, bu uğurda milyonlarca insan ölmüş, şehir ve kasabalar, köyler harap olmuştur. Anadolu da Selçuklu devletinin mirası üzerine kurulacak olan Osmanlı Devleti Anadolu ile yetinmemiş, Viyana kapılarına kadar dayanmıştır. Osmanlıların Balkanlara çıkmasıyla başlatılacak olan Haçlı Seferleri zaman ve zemine göre şekil değiştirerek, Osmanlı devletinin dağılma dönemine kadar devam etmiş ama ismi haçlı seferleri değil, "Şark meselesi" olmuştur. Bu uğurda batı dünyası mesai harcamaktan bıkmamış Önce Balkanlarda yaşayan gayri Müslim Osmanlı tebaasının dini hakları bahanesiyle "Şark Meselesini" gündeme getirmiş, Balkan savaşlarından sonra burayı vatan tutan Türklerin tarihi kadar Dünya tarihini de ilgilendiren bir hadise olarak tarih sayfasına geçmiştir...
DOĞU ANADOLU VE MALAZGİRT'İN TARİHİ COĞRAFYASI
Muhammet Beşir AŞAN
Coğrafyanın tarih içersinde önemli bir yeri vardır. W.M.Ramasay'ın belirttiği üzere topografya tarihin temelidir. Dağlar, ovalar akarsular topografyanın unsurları olup, tarihi olayların gelişmesine etki eden temel faktörler arasında yer alırlar.
Anadolu, coğrafi konumu itibariyle dünyanın en stratejik alanlarından birisi olup, doğu-batı ulaşımı içersinde bir geçit alanıdır. Klâsik tarihçilerden Batlamyus, İpek yolu’nun Cindeki Kansu'dan başlayıp Anadolu üzerinden Antakya'ya ulaştığını belirtir. Bununla birlikte yine tarihi bir yol olan Kral yolu'nun da Anadolu üzerinden geçmesi, Anadolu'nun stratejik konumunun önemini ortaya koymaktadır. Anadolu bu özelliğini tarihin hiçbir devrinde kaybetmemiştir.
Doğu Anadolu bölgesi de Anadolu üzerinde aynı önemi taşır. Adeta Anadolu'nun giriş kapış; niteliğindedir. Anadolu’ya yapılan akınların çoğu bu yönden yapılmıştır. Kenarları dağ sırasıyla kuşatılmış olan bölge yurdumuzun 1/5 büyüklüğünde olup, ortalama 2000 metre üzerinde bir yükseltiye sahiptir. Doğu Anadolu'nun çukur yerleri dahi Batı ve İç Anadolu dağlarının çoğunun durakları seviyesindedir. Yükseltinin tesirleri iklim ve dolayısıyla insanların yaşayışı üzerinde derin izler bırakmaktan geri kalmaz. Bu ortalama yükseltiye bakarak, Doğu Anadolu'ya son derece dağlık ve arızalı bir bölge olarak düşünmek yanlıştır. Aksine Doğu Anadolu arazisinin 3/4'ü 1500–2000 metre yüksekte, fakat geniş düzlükler halindedir.
Bölge coğrafi Özellikleri dikkate alınarak beş ayrı bölüm halinde incelenir. Bunlar;
— Yukarı Fırat bölümü
— Erzurum Kars bölümü
— Yukarı Murat bölümü
— Van bölümü
— Hakkâri bölümü olup, Malazgirt'in tarihi coğrafyasında etli olan bölümler Yukarı Fırat ve Yukarı Murat bölümüdür.
Yukarı Fırat bölümünden itibaren güneyde yer alan Güney Anti Toroslar ile Kuzeydeki Karasu ve Aras sıra dağlan doğuya doğru yükselerek adeta bir merdiven gibi, Anadolu'nun doğusunu oluştururlar.
Yukarı Murat bölümü ise, Güneyinde Van gölü batısında Ağrı Dağına doğru uzanan sönmüş volkanik dağlar ile çevrilidir. Bunları Nemrut, Süphan, Aladağ ve Tendürek olarak belirtebiliriz. Bu alanı kuzeyden de Ars sıradağları çevreler. Bölümün önemli akarsuyu başta Murat Nehri ve onu besleyen Banşan ve başka dereleridir. Bölgedeki Muş ovası başta olmak üzere, Bulanık, Malazgirt ve Patnos ovaları yerleşimin yoğun olduğu alanlardır.
Ulaşım dağ sıraları arasındaki geçitlerle sağlanır. Yöre; Muş-Bulanık-Patnos yolu ile Ağrı'ya bağlanırken, Erciş yolu ile de Van bölgesine bağlanır.
BÖLGEYE TÜRKLERİN GELİŞİ
Türklerin Anadolu'ya gelişleri milattan önceki yıllara dayanır. Milattan sonraki yıllarda ise Karadeniz ve Hazar denizi'nin kuzeyinde vardı. Bir güç bulan Türkler zaman zaman Anadolu'ya gelerek nüfuslarını buraya kadar yaymışlardır. VIII. yüzyıldan sonra da İslam kuvvetleri ile birlikte Anadolu'ya gelerek yerleşmişlerdir. Bu yüzyıldan itibaren Horasan ve Maveraünnehirden içinde bulunduğu sınır (üç bölgesi) şehirlerine yerleşmişlerdir. Bu sınır şehirleri çok verimli topraklara sahipti. Doğu-batı ulaşımını sağlayan yollar ve şehirlerden geçtiği için buralarda oturanlar tarımın yanında ticaretle de uğraşırlardı. Bunların çoğunu Türkistan ve Horasan'da gaziler teşkil ediyordu.
Bölge XI. Yüzyıldan itibaren Selçukluların akınlarına sahne olmuştur. Yüzyılın ilk çeyreğinde yapılan keşif seferlerini, yoğun akınlar izlemiştir. 1071 Malazgirt meydan muharebesiyle Bizans bu akınları durdurmaya çalışmışsa da başarılı olamamıştır. Malazgirt zaferi ile birlikte Anadolu kapıları Türklere açılmıştır. Zaferi müteakip, Türkler önemli bir mukavemetle karşılaşmadan kısa zamanda Ege ve Marmara kıyılarına kadar ilerlemişlerdir.
Türkler Anadolu'ya girerken, bölgenin coğrafi özelliklerinden yararlanarak Sarp dağlan vadilerle aşmışlar, akarsu güzergâhlarını takip ederek Anadolu'nun içlerine kadar gelmişlerdir. Türkler bu akınlar sırasında şu tabi yolları kullanmışlardır. Aras, karasu, Kızılırmak vadilerinden Orta Anadolu’ya Kızılırmak kavisine ve batıya doğru ilerlemişlerdir.
Aras, Murat suyu ve Yukarı Fırat vadilerinden gelen Oğuzlar yalnız Doğu Anadolu'ya girmekle kalmamış, daha da batıya ilerleyerek Malatya, Adıyaman ve Konya'ya kadar ilerlemişlerdir.
Bargiri (bugünkü Muradiye)-Ahlat yolu ile gelen Oğuz boyları ise bütün Van gölü havzasını ele geçirdikten sonra Murat suyunun akış istikametini takip ederek, bir taraftan Orta Anadolu'ya diğer taraftan da, Bitlis, Erzen, Meyyafarikin (Silvan) ve Amit (Diyarbakır) yolunu takip ederek güneye ve Çukurova'ya inerek Anadolu'nun Türkleşmesini sağlamışlardır.
MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ HAKKINDA YAPILAN ARAŞTIRMALAR
Dr. Abdülkadir YUVALI
Engin tarihimizde şerefle yerlerini koruyan Zaferlerimiz ve millî günlerimiz tertip edilen anma günleri millî tarih şuuru da uzun vadeli plânlar yapmaktadırlar. Çağımızda bu plânları yapmayan toplumlar geleceklerini tesadüflere terk etmiş olmaktadırlar. Dün ile yarın arasında yerimizi muhafaza edebilmemizle yarınlara güvenle bakabilmemiz bu toprakların yarınki sahibi gençlerimizin yetişmesiyle yakında alâkalıdır. O halde millî zaferlerim hatıralarım yaşamak, onlara gönüllerde ve hafızalarda canlı tutmak bizler için tarihi görevdir. Çünkü millî kültürüne sahip çıkmayan, onu yeni nesillerine aktaramayan toplumlar yaşama güçlerini, yükselme enerjilerini kaybedebilirler.
Tarihimiz objektif olarak incelendiği zaman, ecdadımızın hedefinin bir istilâ ve cihangirlik sevdası olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hareketin özünde, tarihin o devir ve şartları içerisinde kendi hayat tarzına uygun yer arayan, dinamik ve köklü bir milletin kendisi bu haktan mahrum etmeye kalkışanlara karşı varlığın ispat etmesi yatmaktadır. İslâm öncesi ve sonrası dönemlerdeki zaferlerimizin temelinde yatan sebeplerden birisi bu olmuştur. Üzerinde yaşadığımız ve 1000 yıldan beri vatan bildiğimiz bu toprakların, bize kazandırılmasında büyük payı olan "Malazgirt Zaferi" tarihi bir olay olarak da ayrı bir özelliğe sahiptir. Tarihte öyle olaylar vardır ki, tesirleri yüzlerce, binlerce yıl devam eder, öyle olaylar vardır ki. Zamanlarında büyük heyecanlar uyandırmalarına rağmen, daha sonraki dönemler için hemen hiçbir mana ifade etmeyebilirler. Büyük İskender'in İran ve Hindistan'a kadar gitmesi, Napolyon'un Fransa dışındaki zaferleri, Timur'un 1402 tarihinde Yıldırım Beyazıt'ın Ankara savaşında yenmesi v.b. olaylardan bugün hemen hiçbir iz kalmamıştır. Oysaki 26 Ağustos 1071 tarihinde Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan'ın Bizans İmparatoru Romenos Diogenes'e karşı Malazgirt ovasında kazandığı zafer, yalnız Türk-İslâm ve Bizans tarihinde değil, dünya tarihi içinde bir dönüm noktası olmuş ve neticesi günümüze kadar gelmiştir. Malazgirt Zaferi sonunda Anadolu'da, Bizans-Grek-Ortodoks kültürü yerine Türk-İslâm medeniyeti hâkim olmuştur.
Denilebilir ki, bu zafer Anadolu'nun kültürel ve etnik yapısının değişmesinde de önemli bir faktör olarak yer almıştır.
Bu toprakların vatan olarak kazanılmasında, korunmasında ve kurtarılmasında önemli yeri olan zaferlerimizi fonksiyonları bakımından ele aldığımız zaman, Malazgirt Zaferinin ayrı bir önemi vardır. Meseleye bu açıdan bakıldığı takdirde Türkiye tarihi için üç büyük zafer önem arz etmektedir. 26 Ağustos 1071 tarihli Malazgirt Vatan kuran, Eylül 1176 tarihli Myriokephalon Vatan koruyan ve 26 Ağustos 1922 Başkumandanlık Meydan Muharebesi de vatan kurtaran zaferlerimizin karakteristik örnekleri olarak gösterilebilir.
Türkler, Malazgirt savaşı ile Yakındoğu'da yeni bir vatan kurmakla kalmamışlar, İslâm âleminin Hıristiyan dünyasına karşı koruyucu olmuşlardır. Çünkü Malazgirt Meydan Muharebesi sadece iki ordu ve onların kumandanları arasında cereyan eden bir muharebe olmayıp, iki ayrı dünya ve medeniyeti karşı karşıya getirmiştir. Tarih boyunca doğu batı mücadelesi değişik milletlerin şahsında devam etmiştir. Nitekim M.Ö yollarda İran-Yunan savaşları Büyük İskender'in şahsında batının zaferi ile sonuçlanmış. Roma İmparatorluğu hemen bütün Yakındoğu ve Mısır'a hâkim olmuştur. IV. Yıl yılda başlayan Bizans- Sasani mücadelesi de yine batı dünyasının lehinde sonuçlanmıştır. VII. Y.yılda İslamiyet’in zuhurundan sonra Hulefâ-i Râşidin, Emevi ve Abbasiler dönemlerinde Bizans gerilemiş ve Tarsus’tan Erzurum'a kadar uzanan Munzur, Karasu-Aras sıradağları boyunca uzanan dağlar, tarafların yüzyıllarca sınırı olarak zaman zaman el değiştirmiştir. X. yüzyılda Bizans, tarihinin en parlak dönemlerinden birisini yaşamış ve kuzey Suriye'yi kontrolü altında bulundurmuştur. XI. yüzyılda Bizans, Roma İmparatorluğunun vârisi olarak İslâm dünyasını tehdit etmeye devam etmiş ise de gerek Balkanlarda ve gerekse doğuda görülen Türk akınları İmparatorluk için tehdit unsuru olmuştur. 1049 tarihinde reisleri Kengenis'in idaresindeki Balkanlar'a giren Peçenekler durdurulmamış ve yapılan antlaşma ile Peçenekler1'in Balkanlar'da yerleşmelerine ve Bizans ordusunda ücretli asker olarak kabul edilmelerine İmparator razı olmuştur. Aynı tarihlerde doğudaki Türk akınları yoğunlaşmış, İbrahim YINAL idaresindeki Türk kuvvetleri Anadolu sınırlarını zorlamış ve bu cephede Hasan kale savaşını kazanmışlardır.
Malazgirt zaferinin bir diğer özelliği de, M.Ö. IV. Y.yıldan beri Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarında hüküm süren Roma'nın doğudaki mirasçısı Bizans'ın genç Selçuklu devleti karşısında bir gün içerisinde perişan olması, başta imparator olmak üzere maiyetinde bulunanlardan hemen birçoğunun esir edilmesi hadisesidir. Zaferin kazanılmasında etkili olan birçok faktörler arasında bahsi geçen yüzyılda Bizans'ın Anadolu üzerindeki malî, dinî ve sosyal politikası da olmalıdır.
Türklerin Bizans'tan kılıç hakkı olarak devre aldıkları ve fetihten bir müddet sonra doğulu ve batılı tarihçilere "Turkia" diye kaydettirecek ölçüde damgalarını vurdukları Anadolu'daki Bizans yönetiminin de bunda payı vardır. Bizans İmparatorluğunun gerek parlak ve gerekse kargaşa dönemlerinde Anadolu bir türlü huzura kavuşamamıştır." Bundan Bizans'ın Sasaniler ve Araplarla daima mücadele halinde olması ve Türklerle de sınır komşusu olması etkili olmuştur. Bütün bunların yanında, Bizans'ın Anadolu'ya bakışı da bu hususta önemli ölçüde rol oynamıştır. Anadolu' da büyük toprak sahiplerinin daha az toprağı olan köylü ve askerlerin topraklarını çeşitli yollarla ellerine geçirmeleri sonucu yerli halk, ülke savunmasına ilgi duymaz, hatta adil ve hoşgörülü Türk idaresini Bizans'a tercih eder hale gelmiştir. Tıpkı Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethi sırasında yerli Rum halkının "Osmanlı"nın sarığını Papa'nın haçına tercih ettikleri gibi... "Bizans İmparatorları bunun çözümünü, Anadolu'nun savunulmasında gerekli olan orduyu Anadolulu olmayan, Peçenek, Uz. Slav, Norman v.b. unsurları kullanmada aramıştır. Ayrıca dinî ve millî menfaatleri yönünden bir türlü güvenemedikleri Ermeni ve Süryaniler'e de daha önce vermiş oldukları kısmî imtiyazları kaldırmışlardır. Öyle ki, Türk fethi arafesinde Bizans âdeta kendi idaresi altındaki ücretli askerleriyle Anadolu'yu yeniden istila ederek, merkezi otoriteyi güçlendirmek istemiştir. İşte Bizans'ın bu yanlış politikası Anadolu'nun Türkler tarafından fethini büyük ölçüde kolaylaştırmıştır. Bu maksatla Bizans'ın Doğu ve Güneydoğu'daki Ermeni ve Süryanileri orta ve Güney Anadolu'ya kaydırma politikası da şark Hıristiyanlarının tepkisine yol açmıştır. Yerli kaynaklar meseleyi dinî ve millî açıdan ele alarak Bizans'ın bu politikasını şiddetle yermişler ve Anadolu’nun Türkler tarafından fethinin sorumluluğunu Bizans'a yüklemişlerdir. Bizans'ın bu tutumu şark Hıristiyanlar arasında "Rum-Ortodoks" düşmanlığını ortak bir inanç haline getirmiştir. Çünkü bahsi geçen dönemde İstanbul patriğinin farklı mezhebe inanan Ermeni ve Süryanileri Ortodoks olmaya zorlaması, İmparatorlarında desteklemeleri yerli halkı yer yer isyana ve ümitsizliğe sevk etmiştir.
Nitekim o dönem tarihçilerinden Urfalı Mateos' un Bizans için kullanmış olduğu şu ifade görüşümüzü doğrulamaktadır. "İktidarsız ve kadınlaşmış iğrenç Rum milleti. Milletimizi tahrip edip, Türklerin iktidarını kolaylaştırdı" ifadesini kullanmaktadır. Bizans İmparatorlarının şark Hıristiyanlarına karşı tutumunu Süryani Mihaelde şöyle ifade etmektedir:"Bu devirde Rumlar milletimize zulüm yapıyorlardı. Çıkardıkları bir emirname ile bizi batıl mezheplerini kabul etmeğe zorluyorlar, bizi ezmeğe yok etmeğe uğraşıyorlardı. İstanbul (Ortodoks) Patriği kiliselerimizde bulunan kutsal din kitaplarımızı (Ortodokslukla ilgili olmayan din kitaplarını) yaktırdı".
Ücretli Bizans ordusunun donanımı ve savaş taktikleri de Bizans'ın savaşı kaybetmesinde etkili olmuştur. Çünkü Türklerin hafif süvari birlikleri ile vur-kaç taktiği karşısında Bizans'ın manevra kabiliyetinden mahrum zırhlı birlikleri tam bir tezat teşkil etmektedir. Genellikle bu birlikler savunulması kolay merkezlerde toplanmışlar ve halktan da destek görmedikleri için Türk akınları karşısında şaşkına dönmüşlerdir. Bizans'ın Anadolu politikası hakkında Azerbaycan ve Anadolu' da hareket halinde bulunan Türkmen beylerinin Sultan Alparslan'a vermiş oldukları bilgiler de güvenilir kaynaklardır. Daha Selçuklu Devlet kurulmadan önce Çağrı Bey, 1018 yılında 300 kişilik bir süvari birliğinin başında ilk defa bugünkü sınırlarımızı aşarak Anadolu'ya girmişti. O Azerbaycan ve Doğu Anadolu şehirlerine karşı yaptığı akınlardan sonra yani bir keşif veya yurt arama seferi sonunda Buhara yöresindeki kardeşi Tuğrul Bey'in yanına dönmüştür. Çağrı Bey kardeşine vermiş olduğu bilgiler arasında şu kayıt dikkatimizi çekmektedir. "Bu ülkede (Anadolu) bize karşı koyabilecek bir kuvvete rastlamadım" Sözleri o sırada Anadolu'daki Bizans idaresinin içerisinde bulunduğu durumu ifade etmesi bakımından önemlidir. Bu konudaki diğer kayıtlar da, savaş öncesinde Anadolu'ya akınlar yapmış olan ünlü Türkmen Beğ'i Bekçioğlu Afşin ile Selçuklu şehzadelerinden Kurtalmış’in Anadolu akınlarının neticeleri hakkında Sultan Alparslan’a sunmuş oldukları raporlardır. Bu raporlardaki bilgiler Urfalı Mateo ve Süryani Mihael’in Bizans hakkındaki görüşlerini doğrulamaktadır. Türkmen beyleri de Bizans ordusu için "Bizanslılar savaş kabiliyetinden mahrum, kadınlaşmış insanlar" ifadesini kullanmışlardır.
Selçuklu Devletinin kurulmasından Malazgirt Savaşına kadar geçen 30 yıllık süre içerisinde (1040–1071) Türkmenler, başlarında irsî Türkmen beyleri veya Selçuklu Şehzadelerinin yönetiminde Anadolu hudutlarına girmişlerdir. Selçuklu Devletinin kuruluşundan hemen sonra ortaya çıkan "Türkmen Meselesi"ne çözüm bulmak için Sirderya ötesinden dalgalar halinde gelen atlı-göçebe Türkmen unsurlarına Azerbaycan ve Anadolu sınırlarına göndermek suretiyle iç ve dış politikalarına uygun düşen bir yol izlemişlerdir. Malazgirt zaferi öncesi Anadolu akınları sırasında Azerbaycan önemli bir askeri üs vazifesi görmüştür. Selçuklu dönem güvenilir kaynaklarından el-Hüseyni’deki kayıtlara göre, Sultan Alparslan 1064 yılında Azerbaycan'a girdiği zaman irsi Türkmen beylerinden Tuğ-Tekin ile karşılaşmıştır. Tuğ-Tekin Sultana Anadolu hakkında bilgiler vermiş ve sultanın yanında sefere katılmıştır. 1040–1071 yılları arasında Türkler için önceleri sadece Azerbaycan hareket merkezi iken, Malazgirt Zaferi öncesi, başta Ahlât olmak üzere bazı Anadolu şehirleri Türk akıncılarının hareket merkezi olmuştur. Bu akıncı Türkler Bizans'ın karşı harekâtı sırasında Ahlât veya Azerbaycan'a geri çekiliyorlardı. Ancak hadiseler dikkatle incelendiği takdirde zamanın Bizans'ın aleyhine işlediği görülüyor. Bizans'ın karşı harekâtı söz konusu olduğunda artık Türk kuvvetleri Anadolu şehirleri arasında yer değiştirmek suretiyle de tehlikeyi atlatabiliyorlardı.
Malazgirt Zaferi ile Bizans'ın mukaveti kırılıp, Türk kuvvetleri karşısında duracak gücü kalmayınca, Türkler açısından Anadolu'da yayılma ve yerleşme devri başlar. Bu yerleşme öyle kesin ve ani olmuştur ki, o zamana kadar uzun tarihi içerisinde birçok kavim ve medeniyetlere sahne olan Anadolu'nun etnik ve kültürel yapısı 1071 yılı sonrası olduğu gibi kesin değişikliğe uğramamıştır. Bazı batılı araştırmacıların ve çevrelerin anlayamadığı daha doğrusu kabullenemediği husus işte bu değişmedir. Bunun kolayca anlaşılabilmesi için 1071 sonrası Anadolu'ya yapılan muhaceret ve iskan hadisesinin araştırılması gerekmektedir. Bu yapılamadığı sürece, Anadolu'nun Türkleşme ve vatan olma hadisesi yanlış ve eksik değerlendirmelere maruz kalacaktır. Oysaki, Selçuklu Devletinin kurulmasından itibaren Horasan' dan Anadolu'ya doğru daha emin ve uygun yurtlar bulmak maksadıyla yapılan akınlara bir bakıma bir nüfus kaymasıdır. Çünkü gelen bu insanlar aileleri ve servetleri ile geliyorlardı. Malazgirt zaferi sonrası Anadolu'ya yapılan Türk akınları hakkında Ermeni, Gürcü, Süryani ve Bizans kaynaklarında birçok kayıtlar mevcuttur. Denilebilir ki, Malazgirt zaferinin Bizans için en ağır neticesi; o zamana kadar Anadolu'yu Türk akınlarına karşı savunan müdafaa sisteminin yıkılması ve ordusunun dağılmasıdır.
Malazgirt meydan muharebesine çağdaş İslâm kaynaklarından İbnü-l-Esîr olmak üzere "İbnü'l-Kalânisi, İbnü'l-Ezrak, îbnü’l Cevzî, Bundari, Sıbt İbnü'l-Cevzi, İbnü'l-Devadâri, Ahbârü'd-devleti's-Selçukiyle, Reşidü'd-Din Fazlullah, Aksaraylı Kerümiddin Mahmud, Hamdullah-i Müstev-fi. Mirhond" gibi kaynaklar meydan muharebesine büyük ölçüde yer verdikleri halde Bizans ve Yunan kaynakları susmayı tercih etmişlerdir. Bir diğer husus, batıda sayıca çok olan Bizans Tarihi mütehassıslarının, Bizans tarihi için bir dönüm noktası olan bu çok önemli konuyu ihmal etmiş olmalarıdır. Gerek bahsi geçen kaynaklar ve gerekse yapılan tetkikler "Haçlı Seferleri" söz konusu olunca meseleyi derinliğine ele alarak incelemişlerdir. Büyük Türk zaferi hakkında Bizans-Grek kaynaklarından Skylitzes ve Attaliates eserlerinde kısmen yer vermişlerdir. XVIII. yüzyılda Batı Avrupa’da XIX. yüzyılda da Rusya'da Bizans tarihi tetkikleri gelişerek bu sahadan mühim eserler verilmiştir. Alman tarihçisi A.Gförer'in Byzantinische Geschicten (Bizans tarihleri) adlı üç ciltlik eserinde Malazgirt zaferine yer verilmiştir. Bahsi geçen yüzyıllarda Rusya kendisini Bizans'ın varisi ve halefi olarak görüyordu. Bu hedefe ulaşmak için İstanbul'un alınması ilk hedef kabul edilmişti. Bu maksatla da Rusya'da Bizans tetkiklerine ağırlık verilmişti. Bu çalışmalara merkez olarak İstanbul da kurulan "Rus Arkeoloji Enstitüsü" seçilmişti. Enstitünün yöneticiliğine tanınmış Bizans tarihçisi Feodor İ. Uspenksky getirilmiştir. Uspenksky'nin hazırlamış olduğu üç ciltlik Bizans tarihi Malazgirt zaferine en fazla yer veren eserler arasında yer almaktadır. Olayların tarafsız bir gözle birinci elden kaynaklara göre değerlendirmesi eserin önemini artırmaktadır. Uspensky'e göre Bizansın mağlup olmasının en önemli nedeni, İmparatorluğun şark Hıristiyanlarına karşı tutumudur. Ayrıca, Bizans ordusunda ücretli asker olarak bulunan Peçenek-Uz ve diğer Türk orjinli askerlerin savaş öncesi Türk tarafına geçmesi de savaşın kaderi üzerinde etkili olmuştur. Yine bu konuya çalışmalarında yer veren tanınmış Bizans tarihçilerinden A.Vasiliev ve Gerog Ostrogısky'yi zikredebiliriz.
Fransız bizantinistlerinden Louis Brehier ise eserinde Malazgirt muharebesine çok az yer vermiştir. Fransız müsteşriklerinden olup, Selçuklu tarihi üzerindeki Araştırmalarıyla yakından tanıdığımız, eserleri ve makaleleri dilimize çevrilmiş olan Claud CAHEN, İslâm kaynaklarından istifade ederek objektif değerlendirmeler yapabilmiştir.